Cannibal Holocaust

20:42 Gönderen dexter_fernando


60 ülkede yasaklanan İtalyan yapımı Cannıbal Holocaust’un hala gerçek bir snuff olup olmadığı tartışmaları devam ediyor. Yönetmenin bu tartışmalar yüzünden 1 ay hapis yattığı film son derece mide zorlayıcı filmler arasındadır. Bir istismar sineması örneğidir. Günümüzde bile izlenmesi zor grafik şiddetti içermektedir. Belgesel gibi el kamerasıyla çekilmesi filmi son derece gerçekçi kılmıştır. Filmde grafik şiddetti sizi rahatsız etmese bile filmin can alıcı yerlerinde çalan sinir müzik kesin sinirleri bozacaktır. Filmlerde kötü oyunculuklardan bile bahsetmiyorum. Filmin ilk yarısı profesörün kayıpları aramasını ikinci yarısı ise çoğunlukla orada olan biteni, ele geçirilen video görüntülerinden izlemekle geçiyor. Bu yüzden bazen sıkılabilirsiniz. Bu arada snıff konusuna bir dönelim.


Film gerçek bir snuff değil bu bir efsane. Fakat hayvanlar gerçekten öldürüldüğü için türe en yakın filmlerden biridir. Ama bu film ne kadar vahşette olsa Uygar ile ilkel arasındaki farkı en iyi anlatan sanatsal filmlerden iyi oyunculuk olsaydı. Şu an kült korku filmleri arasına bile girebilirdi.Gel gelelim video olayına… Aslında bu video olayı iyi bir fikir. Görüntülerde yaşanan bozulmalar, zamandaki atlamalar, belgeselcilerin gitgide sapıtması iyi düşünülmüş. Ama burada duygusal açıdan izlediklerimizin etkileyici olması için o kişilere sempati duymamız lazım ama ne mümkün, o kadar kötü gösterilmişler ki hiçbir şekilde onlar hakkında üzülmemize imkan yok hatta bir yerden sonra ölmelerini bile isteyebiliriz. Keza yerliler de çoğu sahnede yaşamayı haketmeyen vahşiler olarak gösteriliyor. Geleneklerine hakaret edildiği için çıldıran yerliler sanırım çok daha mantıklı olurdu. Bu filmden çıkartmamız gereken ders ne kadar eğitim alsak bile bazen insanların ilkel insanlar gibi vahşi ve acımasız olduğunu gösteriyor.

Gösteriyor ama film mantıksız ki iyi yönlerini çıkartamıyoruz. 5 m ötelerinde arkadaşları ikiye ayrılırken onu kameraya çeken arkadaşlar çok mantıksız olmuş. Ya insan yardım eder ya da kaçar. Bu film bittikten sonra aklınızda eminim ki grafik vahşetinden başka birşey kalmayacaktır. Ama efektler konusunda tebrik etmek gerekir o kadar gerçekçi olmuş ki bazı yerlerinde oturdum düşündüm bu kazığa oturtma ve penis kesme sahnelerini nasıl yapmışlar o zamanın teknolojisi ile şimdi bile zor olan işi değil mi? Tüm bu hayvan katliamı, oldukça gerçekçi insan öldürme sahneleri, şok eden dini ritüeller ve geleneklerin (Tükürükle mayalanan içkiyi içmek, yeni doğan bebeği gömmek vb.) olduğu sahneler ister istemez ekran karşısına izleyiciyi kilitliyor. Beraberinde doğal ortamın sağladığı iyi bir atmosferi ve tedirginlik hissi var. Ben filmin affedilemez yönlerine rağmen yarattığı bu atmosferi beğendim. Diğer çok tepki çeken filmlere (Faces of Death, Guinea Pig vb.) nazaran daha olumlu yorumlar almasını da buna bağlıyorum. Yoksa O kadar başarılıda değil.

Benny'nin Videosu

20:06 Gönderen dexter_fernando


14 yaşındaki Benny, zengin ailesine tamamen yabancılaşmaktan kaçmak için videoda alternatif bir duygusal dünya bulur. Benny, vaktini şiddet dolu filmler izleyerek ya da video kamerası aracılığıyla yatak odasının penceresinden dışarı bakarak geçirir. Yavaş yavaş, etrafındaki insanlar farkına varmadan gerçeklik duygusu değişmeye başlar. Bir haftasonu kendi yaşlarında bir kızı evine davet eder. Ailesi şehir dışına çıkmış, ev ona kalmıştır. Olaylar masum ve genç bir aşk gibi başlasa da kısa süre sonra trajediye dönüşür. Benny evine davet ettiği bir okul arkadaşını aniden öldürüverir. Fakat genç adam bunun için hiç panik yapmaz ve olayı gayet soğukkanlılıkla karşılar. Ailesi ise cinayeti öğrenir öğrenmez, olayın üstünü kapatmak üzere harekete geçer.

Şiddeti en saf haliyle önümüze sunan Michael Haneke’nin “Duygusal Buzlaşma” olarak tanımlanan üçlemesinin ikinci filmi Benny’s Video, yönetmenin 5 yıl sonra çekeceği Funny Games’e bir ön hazırlık görünümünde adeta. Bir Haneke hayranı olarak onun filmlerinin anlaşılmamasından rahatsızlık duyuyorum. Genelde olumsuz eleştirilere maruz kalıyor. Bunun sebebi de sinema filmlerinin sadece hoş vakit geçirmek için izlenmesi olabilir. Maalesef Haneke seyirciyi korkutmuyor veya güldürmüyor. Onun amacı filmle seyirciyi bütünleştirmek. Hedef kitlesi de sinemayı gerçekten sevenlerden oluşuyor dolayısıyla.
Hanekenin amacı sizi filmin içine almak. Aynı olay karşısında; siz olsaydınız ne yapardınız? Sorusunu soruyor seyirciye her zaman ve siz de fikir üretiyor, kafanızda bir senaryo yazıyorsunuz. Sinemayı seven biri için bundan daha güzel ne olabilirdi. Onun amacı seyirciyi sabırsızlaştırmak, germek ve sinirlerini bozmak. Birçok kişi sinema filmlerinin amacı; eğlendirmek, güldürmek, korkutmak ve keyif vermektir ama onun filmlerinde bunların hiçbiri yok yazıyor. Sabır, gerilim, sıkıntı da gereklidir. Zaten öyle değil mi? Kim hayatını sadece gülerek ve eğlenerek geçirebiliyor ki? Hayatımızda böyle bir denge yok mu? Aynı gün içinde hem ağlayıp hem de güldüğümüz olmuyor mu? Belki Haneke de spontane sinema sektörünün dengesini sağlamaya çalışıyordur...
Sinema filmleri insana bir şeyler katabilmelidir, bir diğer amacı da budur! Ama Haneke filmleri insana bir şey katmıyor diye düşünenlere ise şunu söylemek istiyorum: Bütün filmlerin senaryosu birbirine benziyor, hep aynı konular işleniyor. İnsanın gerçek durumu yansıtılmıyor. Hanke ise gerçeği işliyor. Evet, bir sahnede dakikalarca takılıp kalıyor. Bazıları bunu filmin süresini uzatmaya çalışıyor gibi saçma bir düşünceyle yorumluyor. Oysa Haneke bu sahnelerde sizin düşünmezini istiyor. Sizi sizle baş başa bırakıp kendinizi görmenizi, yüzleşmenizi sağlıyor. Bence bu da bir çeşit terapidir. Anladığınız üzere Haneke size sadece seyir zevki vermiyor aynı zamanda bir şeyler kazandırıyor. O sinema sektörünün en büyük dehasıdır. Ruh hastası olduğunu düşünenler olabilir. Öyle olsa bile kesinlikle tedavi edilmemeli!

Paranormal Activity

19:23 Gönderen dexter_fernando


Yeni evli genç bir çift, evlerinden gece vakti gelen esrarengiz seslerin kaynağını bulabilmek için yatak odalarına bir kamera alırlar. Genç kadın, evde var olması muhtemel bir paranormal varlıktan şüphelenirken, kocası da böyle bir şeyin varlığının gerçek olması halinde onu kameraya çekmeye kafayı takmış durumdadır. Kadın, kocasının bu tavrının evdeki paranormal olayları daha da tahrik edeceğinden korkuyordur…

Paranormal Activity son derece korkutucu bir film. Hani filmde hiç kan göremeyeceksiniz. Eve kurulan kamera sistemiyle bir çiftin gerçek hikayesini izleyeceksiniz. Gerçek korkunun iliklerinizi buz kestirdiğine şahit olacaksınız. Blair Cadısından sonra böyle filmler daha bir çoğaldı. Hatta Rec gibi başarılı örneklerini de gördük. Fakat bu filmde Başka bir şey var. Paranormal Activity, dediğim gibi çok kuru, çok basit. Ancak yaptığı bu çok kuru işi son derece başarılı bir şekilde yapıyor. Rahatlıkla söyleyebilirim ki Blair Cadısı’ndan sonra gelmiş geçmiş en iyi “amatör kamera çekimi” korku filmi Paranormal Activity.
Blair Cadısı gibi, seyirciyi gerçekten ordaymış gibi hissettirerek, klostrofobik bir pozisyona sokmak, Paranormal Activity’nin en büyük hedefi. Film, adeta seyirciye ‘bu olay gerçekten olabilir, korktukça negatif enerjinizle böyle olayları siz de kendi üstünüze çekebilirsiniz’ diyor. İnsan korktukça, negatif enerjisiyle bir kapılar falan açacağından korkuyor; yani kendi korkusundan korkuyor. Adeta bir sanat eseri olmuş. Çünkü insanları çok korkutuyor. Yani “korkacaksınız” diye bizi tehdit ediyor. Ben son derece rahatsız olmuştum. Benim için, Paranormal Activity, salt bu mantıkla, izleyicinin gerçeklikle arasındaki duvarları yıkıp, ona becerebildiği en somut ve yalın şekilde bilinmeyeni sergilediği için takdire şayan bir film. Bu sene en sevdiğim ilk 30 film arasına bile girmese de, bana 10 senedir (Blair Cadısı’ndan beri) yaşamadığım bir korku duygusunu yaşattığı için Paranormal Activity’e şapka çıkarıyorum.

Canım Melisa filmi kısaca “Hiç bir kör görmek istemeyen birinden daha kör, hiçbir sağır duymak istemeyen birinden daha sağır değildir.Benim bu konularda tek endişem vardır, gerçeklerin çarpıtılıp manipule edici yalnış bilgiler yüzünden güven sorunu yaratılması.Gothica filminden bir replik vereyim: “Hayaletlere inanmayabilirsin, ama onlar sana inanıyor.” diye özetlemiş. Gerçekten yaşarız ve gerçekten rüya görürüz dersek, gerçeğin düşlerden daha bir büyük gerçeklik olduğunu söylemiş oluruz. Yani gerçek yaşamın içerisinde düş görmek gerçektir, düş sırasında görülenler gerçekdışıdır. Benim söylemek istediğim ise şu an sürdürmekte olduğumuz yaşantımız yalnızca devamlı, sürekli ve bağlantılı olması mı düşsel yaşamdan daha “gerçek” olduğunu kanıtlıyor? Düşe ait olan boyutta yaşananların tek gerçeklik olduğuna inanmamamız için hiçbir sebep yok. Basit bir tabirle gerçek olarak nitelendirilen yaşamın bir düş hali olduğu. Filmi izlemezseniz çok şeyler kaybedeceksiniz…

www.Korkusitesi.com'a teşekkürler ederiz.

Nekromantik

16:52 Gönderen dexter_fernando


Hayatımda izlediğim en iğrenç, en mide bulandırıcı film.

Kazalardan sonra kaza mahallini temizleyen JSA adlı bir şirkette (!! Cesetleri Seven Adamlar, nası şirket bu ya özelleştirmenin böylesine pes doğrusu?) işçi olarak çalışan bir genç adamın ölüler ve ölü iç organları ile ilgili saplantılı bir bağı vardır. Kaza yerlerinde buldukları cesetlerin ufak tefek parçalarını çaktırmadan eve getiren adamın en az kendisi kadar sapık bir de kız arkadaşı vardır. Bir gün bir çayırlıkta çürümüş bir ceset bulunur ve adamımız cesedi çaktırmadan komple yürüterek işleri büyütmeye karar verir. Cesedi eve getiren adam sevgilisinin takdiri ve sevinç gösterileri ile karşılanır. Cesetle üçlü sevişme yapan ve bundan büyük keyif alan sevgililerin arası, adamın işten kovulması ile açılır. Artık eve ölü arkadaş getiremeyecektir. Bu duruma bir hayli bozulan kız arkadaşı, adamı cesetle aldatır ve cesetle birlikte evi terk eder! Bundan sonra bunalım dolu günler adamı beklemektedir.

Eskiden filmi aldığımda ilk izlediğimde biraz izledikten sonra kapatıyordum. Çünkü bu filmin içindeki çoğu görüntüye hiç kimse dayanamasam desem abartmam. Üçlü sevişme sahnesi hayatımda gördüğüm en iğrenç şeydi. Umarım böyle bir şeyi bir daha görmem. Filmin bu sahnesi dışında, sondaki intihar sahnesini saymazsak bu kadar yoğun mide bulantıcı halleri yok aslında. Var tabi ki ama belli bir düzeyde ve tonda devam eden bir bulantı bu. Sevişme sahnesiyle bomba gibi patlayan mideler, akabinde korku dolu, her kapının ardından iğrenç bir şey çıkacak beklentisiyle yankılı bir bulantıya dönüşüyor. Bu kadar iğrendiği yıllar önce Cannıbal Holaust’u arkadaşlarla çay içerken yaşadığımı hatırlıyorum. Hele o müthiş mide bulandırıcı sonu yok mu? Anlatmayacağım…
Film iç organ, kan, irin, her türlü vücutsal ifrazat vs göstermekten çekinmiyor. Eğer korku filmleri izlemeyi alışkanlık haline getirenler buna alışkan olduklarından hiç bir şey olmaz. Fakat sen gidip böyle filmlere alışkan değilsen yazık haline. Efektlerin nasıl bu kadar iyi olduğunu, filmin yapım kalitesine (kalitesizliğine) baktığımızda anlayabilmek çok zor. Kimi kaynaklar, bu filmde efekt kullanılmadığını, cesetlerin ve organların gerçek olduklarını, başroldeki ikilinin de gerçek ölü seviciler olduğunu söylese de, ben buna inanmıyorum. Eğer sağlam bir mideniz varsa izleyin. Ama böyle gore unsuru yüksek filmi tavsiye etmiyorum. Yani kırmızı rengin hâkimliğini hemen, anlayacaksınız. Bundan önce daha hafif, daha kolay tüketilebilir, Henry: Portrait of A Serial Killer gibi filmleri izleyin, daha sonra bu anti-ortodoks ve çarpık nekrofili öyküsünü izlemeyi deneyin.
www.korkusitesi.com teşekkür ederiz.

Kanlı Kontes

16:08 Gönderen dexter_fernando

O soylu, savaşçı, aşık, seri katil ve vampir...

(31 Temmuz 2009) Buffy The Vampire Slayer dizisinden sonra son birkaç yıldır vampir filmlerinin yükselişte olduğu bir döneme girdik. Onlar havalıdır, yakışıklıdır, güzeldir ve gizemlidir. Genellikle vampir olduktan sonra kötü olurlar. Ama aralarında bir karakter var ki 650 bakireyi öldüren bir asilden esinlendi.

Yaklaşık 650 genç kıza işkence yapıp onları öldüren ve genç kalabilmek için kanlarıyla yıkanan Kanlı Kontes olarak da bilinen 16. yüzyıl Macar kontesi Elizabeth Bathory'nin hikayesinin, Kontes ( The Contess) ismiyle film yapılacağını duyurmuştuk. Film bu hafta vizyona girdi.

Basın tarafından konusuyla büyük ilgi gören film, yalnızca Kadıköy Cinebonus (Nautilus) ve Levent Cinebonus (Kanyon) sinemalarında oynayacak. 59. Berlin Film Festivali'nde prömiyeri yapılan Kontes, Paris’te İki Gün'ün Oscar adayı yönetmeni Julie Delpy tarafından yönetilip senaryolaştırıldı.

Astro Boy

16:08 Gönderen dexter_fernando

Amerikan stili Japon mangası geliyor!

(31 Temmuz 2009) 1963-1966 yılları arasında yayınlanan Japon manga dizisi Astro Boy'un 2001 yılında Hollywood tarafından filminin yapılacağını, bu şubat ayında da finansal kriz nedeniyle filmin tamamlanmasının tehlikede olduğunu duyurmuştuk.

Ama Astro Boy isimli bir robotun maceralarının anlatıldığı 3D animasyonun tanıtımı için film ekibi Comic-Con'a katıldı.

Festivalde filmin ilk görüntüleri paylaşılırken; Nicolas Cage, Donald Sutherland, Nathan Lane, Bill Nighy, Eugene Levy ve Freddie Highmore'un bulunduğu seslendirme kadrosuna Samuel L. Jackson, Kristen Bell, Charlize Theron'un da katıldığı açıklandı. Astro Boy, Türkiye'de 30 Ekim 2009'da vizyona girecek.

Odishon (Ölüm Provası) 2000

17:52 Gönderen dexter_fernando


Gözünü yeniden evlenme hırsı bürümüş arkadaşı ve filmin ana karakteri dul Aoyama’ya. Karısını kaybettikten sonra bu gerçek ile yaşayıp tekrar başka bir kadınla evlenme teşebbüsünde bulunmayan Aoyama, Asami adlı kadında aradığı özelliklerin olduğunu düşünerek istediğini elde etme yolunda arkadaşını bile dinlemiyor. Ama aradığı kadını bulmanın ve sonrasının bu kadar kolay olmadığını anlaması oldukça zor ve acılı bir yoldan geçiyor. Filmin kendisi ise şunu söylüyor: korku filmini izlemek kolay değildir. En azından dozu yerinde tek Takashi Miike filmi Ölüm Provasıdır.

O yüzden ki filmin yönetmeni Takashi Miike, tamami ile algılarımızın üzerine oynayan bir film yapmış. Başında ve neredeyse yarısını geçen bir süre boyunca, filmi oldukça gerilimsiz ve sıradan romantik bir filmmiş gibi göstererek büyük bir risk alıyor Miike. Yine açıkça her filminde yaptığı gibi sabrımızı sınıyor. Yıkık dökük loş bir odanın içinde keskin düz siyah saçları önüne dökülmüş genç bir kadın (Asami), önünde yerde duran bir telefon ve telefonun arkasında içinde ne olduğunu anlayamadığımız bağlı bir çuval. Telefon çaldığında ise tüm sessizlik içinde sadece telefonun sesi duyuluyor ve kamera birden Asami’nin saklı yüzüne odaklanıyor ve belki de hayatınızda daha önce hiç görmediğiniz tüyler ürpertici bir gülümseme ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Bundan sonra oyunculuktan bahsetmek doğru olacak galiba oyunculuklar harika özellikle Asami karakterini canlandıran kadın oyuncu rolünü harika bir şekilde yerine getiriyor.

Tabii diğer oyunculuklarda başarılı ama en çok göze çarpan Asami’yi canlandıran oyuncunun performansı oluyor. Miike, çuvalda saklanan bilinmez gibi gerilimi uzun süre boyunca saklıyor ve sonra da bir volkan gibi püskürtüyor dışarıya. İzleyici açısından da ilginç bir deneyime dönüşüyor böylece. Bu film bana diğer bir yönetmenin, Hideo Nakata'nın Karanlık Sular filmini hatırlattı. Fakat bana sorarsanız karanlık sulardan kat ve kat daha başarılı bir film ölüm provası. Japon filmlerinde gerilimin bu kadar kıymete binmesini ve bizi bir o kadar etkilemesini anlamak için Japon kültürü ile ilişkilerine bakmak gerekiyor. Bu filmler Japon kültüründen besleniyor gibiler. Belki de kadın-erkek çekişmesini anlatan en iyi yabancı film olarak Takashi Miike’nın bu başyapıtını gösterebilirim. Şimdi diyeceksiniz bunda anormal bir şeyler yok mu? Visitor Q filmi ve Katakurilerin Mutluluğu filmlerini gösterdikten sonra insanlar da haklı olarak daha değişik şeyler bekliyorlar. Üzgünüm Takashi Miike bu filminde gerçek kimliğine bürünmüş. Bu filmde ise Japon kadınlarının kültürel rollerinden çıkışla bir film hazırlanmış. Japon kültürünün içinde tanımları bile var kadınların: 'tatemae' dışarıdan görünüş zarif ve kibar olan, 'honne' ise gerçek olan görünüş demek. Asami'nın dış görünüşü ile gerçekleri arasındaki uçurum Miike'nin sinemasal şölenine dönüşmüş. Artık bu uzun saçlı Japon kızları kesinlikle korku sinemasının simgeleri haline geldi. Kesinlikle uzun, siyah saçlı Japon kızlarınla evlenmeyin.

“Hayatta hiçbir şey kolay değildir”

Lolipop

16:36 Gönderen dexter_fernando


İnternette ve televizyona durmadan sataşan filmlerin olduğunu hepiniz bilirsiniz. Lolipop’ta internetteki chat olaylarından yola çıkaran bizleri chat yapmadan önce iki kere düşündürmeye yöneltecek bir gerilim filmi. Yaş sınırlaması konusuna biraz kafam takıldı. Film 18+ yaş sınırlaması alsa da ben 13+ yaşından büyük herkese tavsiye edebilirim. Film adına bakarak filmin yumuşak bir gerilim olduğunu düşünmeyin film son derece sert bir psikolojik gerilim türünün de.

Özelliklede penis kesme sahneleri gibi işkence sahneleri bazılarına göre fazla gelebilir. Ama kesinlikle öyle gore(Kanın oluk, oluk) aktığı filmlerden değil. Konudan bahsetmek gerekirse; 14 yaşında, zeki ve çekici bir genç kız olan Hayley ve internette tanıştığı 30 yaşındaki moda fotoğrafçısı Jeff, Nighthawks adlı bir kafede randevulaşırlar. Aralarında yaşanan flörtl, onları daha da yakınlaştırarak Jeff’in dairesine kadar götürür ve bu, beklenmedik bir olayın başlangıcı olur. Hayley, uzun süredir merak ettiği sırrı çözmek için Jeff’in içkisine ilaç katar ve işler çığrından çıkar...

Verdiği mesajlar üzerine yoğunlaşmanızı tavsiye ederim. Çünkü film tek mekân ve 2 oyuncuyla çekildiği için size basit gelebilir. Ama oyunculukları beğeneceksiniz. Aslında Film Japonya'da yaşanmış gerçek bir olaydan esinlenerk yapılmış.Japonya'da olan olay her zaman ki gibi Amerikalılara batmış ve hemen filmini çekivermişler.Tabi olay bütün gerçekliği ile yansıtılmamış filme oldukça abartılmış yada en azından ben öyle düşünüyorum.Şöyle ki, 14 yaşındaki bir kız çocuğun böyle bir zeka cesaret ve bilgiye sahip olabileceğine bir türlü inanasım gelmedi.Zaman zaman oldukça gereksiz uzatılmış sahnelerin dışında film oldukça heyecanlı ve gerilim dozu yüksek bir şekilde ilerleiyor kısaca kendini izlettirmeyi başarıyor.Tabi yer yer abartının saçmalığın tadı damağınıza bulaşıyor ama bunlarda görmezden gelinebilir. Film sübyancılık.,çocuk pornosu,Roman Polanski,Julia Roberts ve internetten kız indirme üzerinede oldukça ilginç mesajlar veriyor. Film tamamiyle 'ava giden avlanır' filmi. Yine de izlenebilir bir film olarak adlandırıyorum.

Tutku: Hz. İsa'nın Çilesi

16:33 Gönderen dexter_fernando

Filmin konusunu uzun uzun anlatmaya gerek yok. Tek cümlelik bir konusu var: İsa’nın son günü. Cesur Yürek ile herkesin beğenisini kazanmış bir yönetmenin yeni filmi için çok daha farklı şeyler söylemek isterdik ama film bu kadar işte. Yahudiler İsa’yı yakalıyor, Roma valisine teslim ediyorlar. Sonra işkence görüyor ve çarmıha geriliyor. Başka hiç bir şey yok filmde. Kutsal metinlerdeki hikaye alınmış aynen perdeye aktarılmış. İşkence sahnelerinin son derece kanlı olması gibi bir durumdan bahsedilebilir tabii. Görsel açıdan da kusur bulmak gerçekten çok zor. Ayrıca filmin İsa’nın konuştuğu Aramice dilinde çekilmiş olması da takdir edilesi bir durum. Fakat anlatım açısından hiç bir şey yok. Hikaye anlatımının berbat olduğu filmin %70′i işkence bölümünde oluşuyor aynı zamanda Vcd aldıysanız alt yazı okumak zorunda kalacağınız 2 saat sizi bekliyor.

Bir de filme farklı bir pencereden bakalım. Mustafa Akad’ın çektiği Çağrı da aynı Tutku gibi dini bir filmdi. Hz. Muhammed’in hayatı ve İslamiyet’in gelişimi tarihi gerçeklere uygun olarak anlatılıyordu. Yani o öykü de yeni değildi, aynı zamanda bir çok din büyüğünden de onay almıştı. Fakat film kendisini çok güzel izlettiriyordu. Sadece inancı kuvvetli müslümanlar değil konudan bağımsız sinema seyircileri bile ilgiyle izleyebiliyordu Çağrı’yı. Peki Tutku öyle mi? Hayır!!! Film için söylenebilecek bir şey var ise o da sıkıcı olduğu. Hep İsa’nın acısı çekiyoruz. İnsanlara gönderme yapmıyor. Hristiyanları doğru yola çağırmıyor. Ders vermiyor,ders vermiyor.

Hikayesi dünya üzerinde milyarlarca insanı etkilemiş, tarihi bir kişiliğin ana karakter olduğu Tutku sadece koyu katolikleri etkileyecek gibi gözüküyor. Keşke Mel Gibson oturup Çağrı’yı izleseydi. İzleseydi de Muhammed’in öyküsünün, hem de ana karakterin hiç gözükmediği bir öykü, inanmayanları bile koltuğa nasıl çivilediğini görseydi.Tutku ne yazık ki sinemasal açıdan bir değer taşımıyor. Bir çok kişinin defalarca izlediği bir filmin yönetmeninden çok daha parlak işler beklerdik açıkcası. Kendisi dini amerikan kanallarında, özel günlerde gösterilecek filmler çekmeyi tercih ediyor anlaşılan. Çağrıyı ne kadar yavan bulsamda görsellik açısından bu filmden kat ve kat daha iyi.

Yasal Uyarı: Filmi 16 yaşından küçük çocukların izlemesi son derece zararlıdır.

Ichi The Kıller

15:51 Gönderen dexter_fernando


Japon sinemasının uçlarda gezinmeyi görev edinmiş yönetmeni Takashi Miike’nin, şiddet ve “takıntılı” bir cinselliğin ağır bastığı 70’e yakın filmden oluşmuş filmografisi incelendiğinde, yönetmenin, bugüne kadar “kabul görmüş” hiçbir sinema kuralına itibar etmediği açıkça görülür; onun sineması, “politik olarak doğru” tüm bariyerlerin yıkıldığı, daha önce hiç kullanılmamış tuhaf fikirlerle dolu, kendi gerçekleriyle dalga da geçebilen satirik bir eğlenceye benzer. Yani anladığınız üzere Japon sinemasının en arızalı yönetmenlerinden biridir. Kimi ne göre şarlatan olsa da Takashi Miike sınırları zorlayan zeki ve dahi yönetmenlerden biridir. Katil Ichı filmi de bu yönetmenin bütün zekâsının ve dehasını harcayarak oluşturduğu sıra dışı bir sinema şaheseridir. Filmin konusundan kısaca bahsetmek gerekir ise;

Şiddetin bir erdem olarak ve ahlaki çöküntünün ise bir yaşam tarzı olarak benimsendiği dünyaya hoşgeldiniz… Shinjukunun yer altı dünyası ve aynı zamanda sadist bir yakuza tetikçisi olan Kakiharanın şehrinde meydana gelen olaylar nefesinizi kesecek. Kakihara patronunu öldüren kişiyi bulmak üzere durmaksızın yer altı dünyasının altını üstüne getirir. Meydana gelen olayların arkasındaki beyin ise Japon çetelerini birbirine düşürmeyi başarmış olan eski bir polis olan Jijiden başkası değildir. Elindeki en büyük kozu ise uçurumun eşiğindeki ruhsal bozukluğu had safhada olan bir kaçıktır. Söz konusu deli adam, katil Ichiden başkası değildir ve katil Ichi ile Kakihara arasında gelişen olaylar kısa sürede caddeleri kan gölüne çevirir.

Kakihara ilginç bir karakter. Şiddeti sevgiyle bütünleştiriyor. Ona göre karşısındakinin çektiği acıya ortak olmadan, ona mümkün olduğunca çok acı çektirmesinin temelinde aşk var, tutku var aslında o şiddete âşık. Hem acıyı çekmek hem de acı vermek anlamında. Ichi ise ondan da ilginç bir tip. İnsanları parçalara ayıran, girdiği mekânı katliam alanına çeviren bir insan düşündüğünüzde aklınıza kim bilir nasıl korkunç görüntüler geliyor. Oysa bizim Ichi tıfıl, neredeyse lise öğrencisi zannedebileceğiniz, ona güzel bir şey söylediğinizde size sevimli, sevimli gülen biri.

Bazen Michael Haneke gibi rahatsız etmek için mi bu kadar rahatsız edici öğeler kullanıyor yoksa kendi stilimi diye düşündüren yönetmenin şimdiden çoğu filminin kült olacağını konusu konuşuluyor. Bu filmi de kendi tarzını yaratan hayatta sansür yoktur sözünü üstünü çize, çize bize anlatan sıra dışı bir filmi. Filmde sapkın ve dehşet edici kanlı görüntüleri haddinden fazla karikatürize etmiş. Film son derece sert bir kara mizaha sahip örnek vermek gerekirse filmlerindeki bazı sahnelerin beynin açılıp çiçek gibi sulanması ya da bir insanın kasap çengelleri tarafından asılıp sırtında karides pişirilmesi olabilir. Daha fazla içeriği anlatmadan diyelim ki Takashi Miike son derece başarılı bir yönetmen şiddetin bir erdem olarak ve ahlaki çöküntünün ise bir yaşam tarzı olarak benimsendiği bir dünyayı en iyi anlatan sıra dışı bir yönetmen… Soluk soluğa izleyeceğiniz bir film

Barda

19:36 Gönderen dexter_fernando



Yazıma bu olayları gerçekten yaşayan insanlara “geçmiş olsun” diyerek başlamak istiyorum. Gerçekten başlarından hiçbir zaman istemeyecekleri bir olay geçti. Gerçek olayın evde yani bir apartman dairesinde geçtiği belirterek Barda filminin Türk Sinemasına yeni bir soluk getirdiğinden bahsetmek isterim. Özellikle korku filmi türünde ya da en azından gerilim türünde bir film yapabilmek için yararlanacağız kaynakların azlığından ötürü Kuran üzerinden izleyiciyi korkutmaya çalışıyoruz. Ancak bunun izleyici korkutmaktan çok filmden soğuttuğunu Hasan Karadağ’ın iki filminde de gördük. Barda'nın belki de en önemli başarısı, aynı şehirde dip dibe yaşamalarına rağmen birbirlerine kıskançlık, küçümseme ve nefret gibi duygularla bakan farklı gruplar arasındaki gerilimi ve şiddet potansiyelini gerçekçi bir şekilde ortaya koyuyor olması. Yakın zamanda yaşanmış tüyler ürpertici bir olayı referans alarak, benzerini en azından Türk sinemasında zor bulacağımız bir şiddet gösterisi sunuyor.

Aslına bakılırsa yoğun şekilde yapılan Ayşecik ve Ömercik filmlerinden ötürü beyazperde de şiddette alışık olmayan Türk izleyicisine şiddettin gözüne sokarcasına gösteren Serdar Akar’ı tebrik etmek lazım. Seri katil olgusu tam olarak yerleşmemiş toplumuza bu gerçek ve sindirilmesi zor filmi kabullendirdiği için teşekkür ediyorum. Özellikle tecavüz, dayak, işkence sahnelerinin bolca kullanımı hem senaryoyu hem de karakterleri filmden soyutlayabilirdi. Ama mekân seçiminin bir bar olması bunların hepsini engelledi. Sonuçta barın seçimi şiddettin sokaklardan eğlence mekânlarımıza kadar girdiğinin birer göstergesiydi.


Oyunculuktan bahsetmeğe gerek yok diye düşünüyorum. Çünkü bütün oyuncular rolünün hakkını iyi vermişler. Filmin tek kötü yönü mahkeme sahnelerinde adalet sistemini sorgularken diyalogların inandırıcılıktan uzak oluşuydu. Çünkü izleyicinin önüne gerçek bir olay sürüyorsun filminde de köküne kadar inandırıcılık kokması lazım. Yine de benim beğendiğim filmin tuzaklarla dolu sorularıyla örnek “Eğer bunlar size olsaydı, yapanların ölümle ya da aynı şekilde cezalandırılmasını ister misiniz? ” biz tam da buna kızgınlıkla cevap verirken film bu sefer “Bizim onların ölüp yaşama haklarını hüküm vermemiz söz konusu olabilir mi?” sorusu geliyor. Başroldeki çocuk filmde ne kadar hapishanede suçluların ölmelerini istemese de mafya babası hükmü veriyor. Sonuç ise gerçekten harka bir film oluşu, tabii işkence izlemeye sinirleriniz dayanamıyorsa o başkadır.

İncelememin sonunda size televizyonda olayı gerçekten yaşayan vatandaşımıza film hakkındaki düşünceleri sorulunca ağlayarak “Ben bu olayları unutmaya çalışıyordum. Ama bana hatırlattılar. Bize sormadan bunu nasıl yapabilirler. Biz orada tecavüze uğradık. 17 saat işkenceye uğradık. Bize elektrik verildi. Saatlerce dövüldük ve jiletlendik. Bundan sonra eş cinsel damgası yedim” demesi gözlerimden yaşlar akıttı. Gerçekten böyle kişiler insan olamazlar. Gerçekçilik konusunu kısmen beceren Serdar Akar, tatlandırıcı gibi kullandığı mahkeme sahneleri ve filmin genel atmosferinden kopuk, hızlandırılmış final sahnesiyle ayaklarını yerden kesiyor ve izleyicinin metanetini koruyabilmesi için filmin gücünü zayıflatmaya karar verdiğini ortaya koyuyor. Bir haksızlık karşısında tarafsız kalmak; etik, hukuk, medeniyet, yasa gibi kavramların arkasına sığınmadan hangi safta yer aldığını belli etmemek haksızlığa ortak olmak, gerekçe ne olursa olsun haksızlığa alkış tutmaktır.

Visitor Q(Bijita Q)

18:14 Gönderen dexter_fernando







Soracaksınız, neden böyle hastalıklı filmleri seçtiğim için seçiyorum çünkü korku türündeki blogumun sıradanlıktan kurtulup çoğu kişinin bulamadığı filmler hakkında yazıları barındırmak istiyorum. Ama size tavsiye etmediğim filmlerden olduğundan bahsetmek isterim.

Visitor Q Şimdiye kadar gördüğüm en değişik başlangıca sahip filmlerden biri “Hiç babanızla seks yaptınız mı?” Sonrasında fahişelik yapan küçük kızın babasıyla seks yaptıkları sahne ile açılıyor. Bu iki cümlemden sonra yine sert ve akıl almaz bir Takashi Miike filmiyle karşı karşıya olduğumuzu anlayabilirsiniz. Kesinlikle izleyici ile derdi olan bir yönetmen. Kesinlikle seyircisine yapılmış değişik bir uygulama şimdiye kadar yapılmış çoğu filmlerde porno filmleri hariç hepsinde böyle sahneler kısadır. Ama bu sahne sanki zevk almamız istercesine uzun ve görsel açıdan etkileyici(Takashi Miike neden bana böyle cümleler kurdurtuyorsun)

Film sonrasında, “Hiç Annenizi dövmeyi düşündünüz mü?” sorusuyla devam eder ve izleyiciye yönelttiği tehditlerini çeşitlendirir. Sonrası uyuşturucu kullanımı, aile içi şiddet, ölü sevicilik, zina, fahişelik gibi öğeleri normalmiş gibi gösteren bir film var karşımızda. Ama yine de Takashi Miike karakter yaratımında ustaki filmin elle tutulur yanlarını da ortaya çıkarıyor çünkü film çoğu kesim tarafından ağır eleştiriler alacak cinsten. Bu çarpık karakterlerin sıradanlık eksenini oluşturdukları bu yapının bozumu Visitor Q sayesinde olur. Garip bir yabancı birden bire hayatlarına girer, yemek sofralarına tek kelime etmeden oturur. Kimi zaman başlarına taşla vurarak ve izleyicinin vicdanını ve arzusunu yerine getirerek bu çarpıklığa karşı durur. Kimi zaman ise onların oyunlarına katılarak izleyiciye ihanet eden bir karakter de o olur. Filmin sonları geldiğinde, Visitor Q’nun da yardımına koştuğu bu devinimler sayesinde, filmin başlarında çok büyük ölçüde yadırganabilecek gariplikler artık izleyicinin açılan algısı sayesinde rahatça kabul edilebilir hale gelmiştir. Kısaca konudan bahsetmekte gerekirse;



Japon gençliğinin yoldan çıkması ve toplumsal yozlaşma üzerine haberler yapmış olan, bu konuya takıntılı eski bir haber spikeri ve onun bu takıntı nedeniyle yapısal bozgunla sınadığı ailesine gizemli bir yabancı konuk olur. Biz ona “Misafir Q” deriz. Misafir Q’nun gelişi ile eroin bağımlısı bir anne, anneye fiziksel işkence yapmaktan zevk alan erkek çocukları, fahişe bir kız, fahişe kızıyla para karşılığı yatan babadan oluşan bu “müthiş” aile çok değişecektir. Birçok Miike filmi izlemiş olmama rağmen içlerinden en yırtıcı ve en tehditkar olanın bu film olduğunu söylemeliyim.

Çoğu izleyici için mide bulandırıcı, tiksindirici ve tehdit edici bir film Takashi Miike bir kez daha “Ayağınızı denk alın” diyor. Daha güzel bir film beklerdim. Takashi Miike yetenekli bir yönetmen ama yeteneğini böyle filmlere harcamaya devam ederse emin olun ki bu yeteneği keşfedilmeden infazı verilecektir.

Bir davet daha...

15:39 Gönderen dexter_fernando

Türkiye'nin önemli yönetmenlerinden Çağan Irmak son filmi Karanlıktakiler ile Montreal Film Festivali'ne davet edildi.

(29 Temmuz 2009) Yapımcılığı Mustafa Oğuz tarafından yapılan ve başrollerinde Meral Çetinkaya, Erdem Akakçe ile Derya Alabora’nın oynadığı 'Karanlıktakiler' dünya prömiyerini Montreal'de yapacak.

Mustafa Hakkında Her Şey, Babam ve Oğlum, Ulak, Issız Adam gibi filmlerin başarılı yönetmeni Çağan Irmak’ın son filmi Karanlıktakiler dünyanın en önemli ve prestijli festivallerinden biri olan Montreal Film Festivali’nde Dünya Sineması’na Bakış/Focus on World Cinema' bölümünde gösterilecek.

Bu yıl 27 Ağustos -6 Eylül tarihleri arasında 33.sü gerçekleştirilecek olan festivalin 'Dünya Sineması’na Bakış Bölümü'nde, dünyanın dört bir yanından pek çok önemli yönetmenin filmleri kültürel çeşitlilik, ülkeler arası diyalog sağlamak için bir araya geliyor. Atıl İnaç'ın filmi Büyük Oyun da festivalin bu bölümünde dünya prömiyerini gerçekleştirecek.

Karanlıktakiler 2 Ekim 2009 tarihinde Türkiye'de vizyona girecek.

Yepyeni Bir Narnia

15:36 Gönderen dexter_fernando

2007 yapımı, serinin ikinci filmi “Narnia Günlükleri: Prens Kaspiyan / The Chronicles of Narnia: Prince Caspian”ın gişedeki düşük hasılatından sonra Sidney tarafindan uzunca bir süre rafta bekletilen “The Chronicles of Narnia: The Voyage of the Dawn Treader”in yönetmenliğini Michael Apted üstleniyor. Filmin oyuncu kadrosunda ise, Ben Barnes, Eddie Izzard, Skandar Keynes, Georgie Henley ve Will Poulter gibi isimler bulunuyor.

2010 yılında vizyona girmesi planlanan “The Chronicles of Narnia: The Voyage of the Dawn Treader” filminde, Luck ve Edmud kendilerini yeniden Narnia ülkesinde bulurlar ve genç Prens Caspian ile birlikte ülkenin kaybolan yedi kralını yeniden bulmak için yola çıkarlar.

Narnia ülkesinin göz kamaştırıcı güzelliklerinin, çocuklar kadar yetişkinleri de yeniden büyüleyip büyülemeyeceği şimdiden merakla bekleniyor.

Sınırda

10:31 Gönderen dexter_fernando


Neo-nazilerin yeni faşizm yorumu, son zamanlarda Almanya'da yaşananlar, azınlık meseleleri ve Paris banliyölerinde çıkan olaylar, Soğuk Savaş sonrası dönemde yaşanan yeni kutuplaşmanın yönünü işaret ediyor. Sınırda işte tam bu konulardan yardım alarak yürümeye çalışan bir film. Özellikle son zamanların korku türüne yeni ve çarpıcı birer yorum getiren Fransızların belki de Yüksek Tansiyon’dan sonra en etkileyici yapımı.

Bir grup Cezayir asıllı Fransız, yapılan seçim sonrası çıkan ayaklanmada çatışmaya giriyorlar ve başkarakterimiz Yasmin'in ağabeyi ağır yaralanıyor. Hastaneye alelacele bırakılan ağabey, biraz da geç kalan müdahale nedeniyle hayatını kaybediyor. Ardından bir çanta dolusu parayla şehirden kaçan dört kafadar, başlarına geleceklerden habersiz Lüksemburg sınırında bir otele sığınıyorlar. Konudan kısaca bahsettikten sonra diğer Fransız korku filmlerinin ortak noktalarını bulalım. Yüksek Tansiyon, Sheitan ve Sınırda kırsal kesimdeki şiddette yoğunlaşmaya çalışırken İşkence Odası, İçerde ve Onlar haneye tecavüz konusu üzerinden bizi etkilemeye çalışıyor. Filmler belki de kötü eleştirildi. Fakat 1970 yıllarında Amerika’da ortaya çıkan istismar sineması örnekleri 2000 yıllarında Fransa’da ortaya çıktı.

Film kesinlikle harika bir anlatıma sahip özellikle ilk başlangıcında politik bir gerilim filmi havasında başlayan sonra aksiyon filmleri öğesiyle beslenen gittikçe yavaşlayan ve son 30 dakikasında psikolojimize zarar kana bulama sahnesiyle dolu bir film. Otelin atmosferi karanlık ve boğucu kahramanlarımız faşist otel sahipleri tarafından yaklaşık bir buçuk saat boyunca türlü işkenceler görüyor, akla gelebilecek her türlü grafik şiddet yüzümüze vuruluyor ve film kendisini de tabiri caizse kan revan içinde izlettiriyor. Bu anında size biraz Teksas Katliamı ve Otel filmi dozundaki gore öğesiyle alışıldık bir korku filmi gibi gelebilir. Ama gore türü hayranınsanız kesinlikle doyurucu olabilecek bir film… Film, başlangıç bölümünde çeşitli politik konulara parmak basmayı denerken, hümanistçe yaklaştığını sandığı karakterler birer karikatürden öteye geçemiyor. Zaten "faşist" olarak tanımlanan şahıslarda, karakter gelişimi açısından, fazlasıyla yüzeysel kalıyor.












Bu kadar zorlayıcı sahnelerden ve faşizmden bahsederken, "Sınır(da)"nın akraba olduğu film "Salo ya da Sodome'un 120 Günü"nden ("Salò o le 120 giornate di Sodoma", 1975) bahsetmemek olmaz. Sunum ve 'gösterme' şekli olarak "Salo"ya oldukça yakın duran film, seyircide benzer duygular oluştursa da "Salo"nun zamanın şartlarına muhalif duruşunun yanına bile yaklaşamıyor. Çünkü "Sınır(da)"nın görsel olarak yaptıklarını onlarca film zaten yaptı. O yüzden bu konuda herhangi bir sansasyon yaratamayacak kadar zayıf bir film olarak kalıyor "Salo"nun yanında. Bugüne kadar imzasını attığı 30’dan fazla müzik videosuyla adını duyuran genç ve iddialı yönetmen Xavier Gens, ilk uzun metrajlı filminin kendi eğilimlerine uygun olmasını tercih ederek "Sınır(da)" ya imza attı… Kesinlikle izlemelisiniz…


Funny Games

12:25 Gönderen dexter_fernando

İzleyeni son derece rahatız ederek politik,ayrımcılık, toplumsal şiddet, kişiler arasındaki iletişimsizliği, dönemin önemli olaylarını, yabancılaşmayı, duygusal buzlaşmayı, aile yaşantısının sıkıcılığını ve yozlaşmayı çarpıcı diller ile anlattığı filmlerinden biri de kesinlikle Ölümcül Oyunlar’ dır. Şu sinema dünyasında filmlerini zorlukla izlediğim, sinirden parmaklarımdaki tırnakların hepsini yediğim(çok yanlış bir davranış) tek yönetmen Michael Haneke’dir. Benny’ nin Videosu filminden sonra Michael Haneke’ den böyle bir film geleceğini zaten biliyordum.


Ne kadar yerinde olacak bilmiyorum ama bu film için şöyle bir örnek verirler. Bir baba oğlunu sigara içerken yakalar ve onu bir odaya kapatıp önüne 10 paket sigara atarak bunları bitirmeden odadan çıkamayacağını söyler. Babasının teorisi ise kısa sürede aşırı oranda sigara içmek zorunda kalan çocuk, abartı sigara tüketimi yüzünden hasta olacaktır. Bu sayede hayatı boyunca ne zaman sigara görse iğrenecektir ve bir daha içmek istemeyeceğidir. İşte Ölümcül Oyunlar’ da böyle bir deneyim. Filmin asıl amacı sinemada ve televizyonda gösterilen kurgusal şiddete alışmış izleyiciye gerçek şiddettin çirkinliği göstermek olsa gerek. Filmin basit kurgusu burjuva bir aileyi esir alan iki psikopatın, gece boyunca aileyi türlü işkenceden geçirmeleri etrafında dönüyor.


Fakat bu sefer anlatım, kurbanlar yerine katillerin tarafını tutuyor. Açıkçası bir süre sonra katillerin elinde olan kumanda ile ne olursa olsun katillerin galip geleceğini biliyoruz. Sonuçta seyirci normalde 2. yarıda kurbanların kurtulacağını bekliyor fakat Michael Haneke maalesef her zaman iyilerin kazandığı sonlardan sıkıldığını açıkçası bizim gözlerimizin önüne seriyor. Her ne kadar yaratılış sebebini anlasam da, dişe diş, göze göz tarzı yaklaşımın ilgi çekici ve hatta doğru olduğunu düşünmüyorum. Hatta Haneke’nin kalabalık bir partide bağıra, bağıra tezini kanıtlamaya uğraşan bir sarhoşu hatırlatan gösterişçi ve didaktik tarzının yer, yer rahatsız edici olduğunu itiraf etmeliyim. Fakat film acaba gerçekten bize gerçek şiddettin kötü yanını mı göstermeye çalışıyor. Yoksa amacı sadece bu olayları bizim yarattığımızı son derece etkileyici bir şekilde anlatmak mı? Ama şundan eminim ki Michael Haneke bizleri eğlendirmekten çok sarsmayı hedefliyor olmalı ki çoğu filminin galasında “Size huzursuz seyirler dilerim” sözlerinle filmlerini izletmeye başlıyor. Toplumumuzun ne durumlara düştüğünü ve insanlığın ne hale geldiği anlatan filmleri çoğu kişiye anlaması zor olarak geliyor. Michael Haneke’ nin filmleri çoğu kişiye de basit geliyor aslında tam tersi olmalı. Çünkü bir ev mekânı ve birkaç kişiyle film çekiyor olsa bile bazı sinema izleyicisi son derece etkiliyorsa ve anlamasını zorlaştırıyor, derin anlamlar yüklüyorsa o filmler kesinlikle basit değildir. Ve Michael Haneke anlaşılması zor yönetmenlerden değildir. Sadece kullandığı kavramların işimize gelmemesi ve gerçeklerden kaçmamız bu filmleri anlaması zor hallere getiriyor o kadar. Filmlerinin hepsinden kanın akmasına sebep olan öğelerin başında biz olduğumuzdan bahsederek aslında hepimizin “kötü” karakterler ile iş birliğinde olduğumuzdan bahsederek şiddetle yatıp, şiddetle kalkan bizlere ulaşma çabasına giriyor.



Yeni çevrimini yapmasının da tek nedeni ilk yapımın sansür gibi olaylar yüzünden istediği kitleye ulaşamamasıdır. Yoksa Michael Haneke yaptığı filmlerinde asla ticari kazanç için olmadığını söylemek isterim. Keyifli ve rahat başlayan filmin müzik kullanımındaki profesyonel değişim ile nerelere gelebileceği hemen tahmin ediyoruz. Bundan sonra belki olacakları tahmin ederek filmden sıkılanlar olabilir. Fakat kesinlikle aklınızda beliren senaryonun ters köşeye yattığını görünce yönetmenin bu konuda ne kadar usta olduğunu anlayabilirsiniz. Facia, son derece kibar ve terbiyeli bir konuşma diline sahip olan gencin kapıyı çalıp yumurta istemesi ile başlar. Bundan sonra fiziksel şiddetten çok ruhsal şiddettin bütün sinirlerimizi yerle bir edecek azap gibi bir film bizi bekliyor olacak. Yavaş, yavaş eski performansında düşüş gördüğüm Michael Haneke maalesef beni haksız çıkartmayı başardı. Burjuva sistemine yaptığı saldırıları yüzünden birçok tepki alsa da Michael Haneke katillerin bakışlarıyla bizimle iletişime geçerek “Aslında şiddetin sokaklarımızdan evlerimizin içine kadar girdiğini” anlatıyor. Katillerin bakışlarını kelimesi geçmişken oyuncuların performansların göz doldurduğundan bahsetmek istiyorum.

Özellikle de Susanne Lothar aralarından en iyisi sanki gerçekten işkence görmüş gibi bize o dehşet olayları aktarıyor. Perdenin arkasında kalmayan düşünceler, oyunculuklar ile dolup taşan filmin özelliklede kayık sahnesinde katillerin konuşmaları son derece zeki, gelirleri ve kültürlü olduklarını söylüyorlar. Evden eve taşınan tehlikenin farkına varacağınız bir yapım diye düşünüyor ve yazımı Michael Haneke ile bitirmek istiyorum. Size huzursuz seyirler dilerim-Michael Haneke



Salo Ya Da Sodom'un 120 günü

12:11 Gönderen dexter_fernando


Kesinlikle bu filmi izlemeyin. Akılı başında insanların psikolojilerine bile zarar verecek bir yapım içerdiği işkence ve cinsel istismar sahneleri ile 18 yaşından küçüklere asla tavsiye edilmez. Filmdeki çoğu sahnenin resimlerini yayınlayamamaktayım.

Salo ya da Sodom'un 120 Günü 1975 İtalya Fransa ortak yapımı dramatik filmdir. Özgün adı Salò o le 120 giornate di Sodoma ya da daha yaygın bilinen şekliyle kısaca Salò'dur.

Erotik edebiyatın önemli yazarı Fransız aristokrat Marquis de Sade'nin 1785 yılında yazdığı en sıra dışı eseri olan Les 120 journées de Sodome ou l'école du libertinage adlı kitabının 1940'lı yıllara uyarlamasıdır. Filmin yönetmeni Pier Paolo Pasolini'dir. Passolini aynı zamanda Sergio Citti ile birlikte filmin senaryosunu da yazmıştır. Önemli rollerinde Paolo Bonacelli, Giorgio Cataldi, Umberto Paolo Quintavalle ve Aldo Valletti oynadığı filmin görüntülerini Tonino Delli Colli çekmiş, filmin müziğini ise Ennio Morricone yapmıştır.

Film gösterime girdiği tarihten bu yana içerdiği görsel şiddet ve sadizmin dozu nedeni ile hep tartışma yaratmış ve bugüne kadar yapılmış en rahatsız edici film olarak nitelendirilmiştir. Birçok ülkede gösterilmesi bugün bile yasaktır. Film gösterime girmeden kısa bir süre önce yönetmeni Pasolini öldürülmüştü.


Filmde II. Dünya Savaşı 'nın son günlerinde Faşist İtalya'da çöküşün eşiğindeki dört varlıklı seçkinin genç kız ve erkekleri şatolarında tutsak ederek 120 gün boyunca onlara fiziksel, ruhsal ve cinsel işkence uygulamaları anlatılmaktadır.

Olaylar 1944 yılında Nazi Almanya'sının kontrolünde Kuzey İtalya'da kurulmuş kısa ömürlü bir kukla devlet olan Faşist Salo Cumhuriyeti'nde geçer. Şehrin ileri gelen seçkinlerinden dört sefih 9 kız 9 da erkek 18 genç insanı yakalayıp bir şatoya kapatırlar. Beraberlerindeki 4 yaşlı fahişe ile birlikte bu genç kölelere bir dizi fiziksel, ruhsal ve cinsel işkence uygularlar.

* Film Marquis de Sade'nin 1785 tarihli eserine dayandığı kadar yönetmen Pier Paolo Pasolini'nin kendi yaşantısından da izler taşır. Passolini 20'li yaşlarında bir süre Salo Cumhuriyeti 'nde yaşamıştı. Pasolini burada iken tutuklanmış kardeşi Guido ise öldürülmüştü.
* Marquis de Sade'nin eserindeki şiddet ve sadizmin dozu filmden çok daha fazladır. Sade kitabında iktidarın yanı sıra kiliseyi de eleştiriyordu. Passolini de ateşli bir kilise karşıtı olmasına rağmen filmde kiliseden çok Faşist kurumları eleştirir.
* The Criterion Collection'ın 1998 yılında ABD'de çıkarttığı DVD baskıları Passolini ile düşülen anlaşmazlık nedeni ile kısıtlı sayıda basılabilmişti. Bu nedenle sadece ender bulundukları için piyasadaki DVD'ler 250 ila 1000 $ arasında el değiştirmektedir. Oysa bu baskının hem görüntü kalitesi düşük hem de bazı sahneleri eksikti. Sonradan BFI'nin ve Gaumont Columbia Tristar Home Video'nun çıkarttığı DVD'ler çok daha iyi ve eksiksiz olmalarına rağmen Criterion'un eski DVD'leri hala rağbet görmektedir ve dünyanın en pahalı DVD'si olma rekorunu hala elinde bulundurmaktadır.
* Filmdeki akıl almaz işkenceler iktidar gücünün sınırsız bir şekilde kötüye kullanılmasının, yani bir yerde Faşizmin metaforudur. Bu zülümler sırasında arka planda Pasolini'nin Faşist olarak kabul ettiği Alman besteci Carl Orff (d.1895 - ö.1982)'un müstehçen Latince sözleri de olan Carmina Burana adlı sahne kantatından bölümler işitilir. Yaşlı fahişeler bir Mussolini destekçisi olan Amerikalı şair Ezra Pound 'un dizelerini okurlar.
* Filmin ünlü 'seks kölelerine toplu olarak zorla gaita yedirme sahnesi' kapitalist tüketim toplumunun abur cubur yiyecek endüstrisi ve fast-food kültürünün bir metaforudur.
* Dışkı yedirme sahnelerinde kullanılan materyal çikolata ve portakal marmelatı karışımından yapılmışır.



* Film birçok ülkede pornografik olduğu gerekçesi ile yasaklanmıştı. Oysa filmdeki söz konusu sahneler cinsel arzu uyandırmak şöyle dursun tiksindiricidir. Sefihler bile kurbanlar üzerinde uyguladıkları cinsel işkenceler sırasında zevk alıyor gibi gözükmezler.
* Film hakkında ABD'de açılan yasaklama davalarından biri ile ilgili olarak aralarında Martin Scorsese ve Alec Baldwin'in de olduğu çok sayıda sanatçı filmin sanatsal değeri ile ilgili olumlu görüşler beyan etmelerinden sonra dava düşmüştü.
* Passolini bu filmini "Ölüm Üçlemesi" nin ilk filmi olarak planlamıştı. Öldürülmemiş olsaydı muhtemelen üçlemeyi tamamlayacaktı. "Ölüm Üçlemesi" de daha önce yaptığı "Hayat Üçlemesi" nin tamamlayıcısı olacaktı. "Hayat Üçlemesi" Decameron'un Aşk Hikayeleri (Il Decameron) (1971), Canterbury Öyküleri (I Racconti di Canterbury) (1972) ve 1001 Gece Masalları (Il Fiore delle mille e una notte) (1974) filmlerinden oluşuyor.
* Pier Paolo Pasolini bir ateist ve komünistti. 1947 den 1949'a kadar İtalyan Komünist Partisi'nin bir üyesi idi. Partiden homoseksüel olduğu için ihraç edilmişti.

Katakurilerin Mutluluğu

12:01 Gönderen dexter_fernando


Takashi Miike bu dünyaya gelmiş en sıra dışı ve tabir yerindeyse en manyak yönetmenidir. Ama bu manyaklığının sebebi elbette bir sağlık sorunundan gelmiyor. Bunun nedeni en kanlı sahneleri izleyicisinin gözüne sokarcasına göstermesi ya da sınır tanımaz grafik şiddeti olabilir. Anlamanız için şöyle bir şey kullanmak istiyorum; düşünün ki Michael Haneke filmlerinde bolca kan kullanıyor işte Takashi Miike böyle bir yönetmendir. Katakurilerin Mutluluğu filmi de bu hastalıklı beyinden çıkmış bir dehşet müzikali…

Bu filmi belki hiç izlemediniz. Aklınızda en azından bir görüntü oluşması için size kısaca birkaç kelimeyle filmin nasıl bir şekilde olduğunu anlatacağım. Çalıştığı firmanın yeniden yapılanması nedeniyle işini kaybetmesinin ardından, Katakuri Masao uzak dağlık bir alanda ufak bir tatil evi yapmıştır. Masao rüyasını gerçekleştirmiştir, ancak hiçbir misafir gelmemiştir. Nihayet, bir misafir geldiğinde, ertesi gün onun ölüsüyle karşılaşırlar. Polise bilgi vermek ise tatil yerinin itibarını zedeleyeceğinden , cesedi pansiyonun arkasındaki dağlık bölgeye gizlerler. Birkaç gün sonra, yeni misafirler gelir. Fakat ertesi sabah yine odada cesetler bulurlar. Cesetleri taşıyarak tüm aile bir kez daha dağlara giderler. Bu sırada şehirde, Shizue ismindeki kızkardeş Amerikan askeri Richard Sagawa ile karşılaşır. Shizue üstüne fazla düşmektedir ancak Sagawa sadece onu atlatmak için evlenmek istediğini söyler. Büyükbaba Nihei zihninden geçenleri keşfettiğinde, Sagawa'yı bir dövüş sırasında öldürür. Ardından, lanetli tatil evine mutlu haberler gelir. Tatil evinin yakınından yeni bir yol geçecektir. Ancak, bu yol tam olarak cesetleri gömdükleri yerdedir. Açıkçası hiçbir müzikal filminde bu kadar uçuk bir “gore” dozu kullanıldığını şait olmadım.


Zaten korku türünde bir elin parmaklarını geçmeyecek müzikal olduğunu düşünürsek farklı bir zevk bu filmi izlemek. Ama filmden örnek almamız gereken bir yer var. Mesela ölen insanları sırf mutlulukları bozulmasın diye gömüyorlar. Sıra dışı bir Takashi Miike filmi, insan bu filmi nasıl anlatacağını bilemiyor. Dili dolanıyor kısacası çok rahatsız edici bir film yani kendinizi zor toplayacağınız cinsten bir şey ortaya çıkmış. Takashi Miike’nin bizim psikolojimizi bozmak için elinden geleni yaptığını yapımlardan yalnızca biri. Onun sineması sıra dışı fikirlerle dolu bir eğlence kendi seveceği şeyleri çekiyor, insanların isteklerine hiç bakmayan dediğim dedik çaldığım düdük bir yönetmen Tarantino ve Roth’ un iltifatlarını da arkasına alarak hiçbir eleştirmenin dediklerini takmıyor. Ama diğer Miike filmlerine bakarak en başarısızı bu diğer filmlerinden ayıran noktası kesinlikle bir filmde olacak absürdlük seviyesinin bu filmde sınırın üstünde olması örnek vermek gerekirse buldukları ölülerin etrafında müzik eşliğinde dans etmelerini gösterebilirim. Katakurilerin Mutluluğu, müzikal severlerin bayılacağı türden bir örnek olmamakla beraber, türün neler kaldırabileceğini kanıtladığı için ilgi çekebilir. Kara komediyle harmanladığı filmi izlemek kesinlikle dayanılmaz Miike Katil Ichi ve Visitor Q filmlerinle bizi etkilemişti ama bunu ona hiç yakıştıramadım. Sound of Music ile kıyasaya dalga geçme çabasıyla filmin başarısının ne kadar yüksek olabileceğini hiç düşünmemiş. İnsan korku türünde bir müzikal görmek istiyorsa kesinlikle Katakurilerin Mutluluğunu izlememeli özellikle de Takashi Miike hayranlarına tavsiye etmiyorum. Boşu boşuna sevginizi azaltacak başarısız bir film izleme çabasına girmeyin. Takashi Miike’nın gerek düşüncelerini aktarmasında gerek karakterleri bize kabul ettirmedeki yolu bütün yönetmenlerden farklıdır. Miike sinemasını bizi bütün kanlarımızın bitene kadar emen bir vampire benzer. Filmlerinin hepsi saldırgan olduğundan hep insanlar tarafından kötü eleştirir. Ama yine de ben bu filmin Bu filmin, yönetmenin en iyi bulduğum iki filmi Audition ve Katil Ichi ile aynı kalitede olduğunu düşünüyorum.

Bu filmin aklınızda beğendiğiniz filmler arasında kalması dileğiyle sizinle Melisa Aydın adındaki arkadaşımın Takashi Miike sinemasını kısaca özetleyen bir alıntısıyla yazımı bitirmek istiyorum.”Uyku ile uyanıklık arasında kalmaya çalışın, gözlerinizin önüne garip, karmaşık, çarpıtılmış imgeler gelmeye başlar. Kavramlar birbirine girer, mesela böyle bir hayal devresinde, kendi kurguladığınız güzel hayallari görme olasılığınız yok denecek kadar azdır.Ama yine de bu garip durumu izlemeye devam eder bilinciniz, kendi tercihi ile.İşte Miike sineması böyle bir şeydir.” Melisa Aydın gerçekten Miike sinemasını bu kelime kümesiyle anlatıvermiş.

Batman 3

11:57 Gönderen dexter_fernando

Bu habere “Batman” fanatikleri oldukça çok sevinecek. “Batman Başlıyor / Batman Begins” ve “Kara Şövalye / The Dark Knight” filmlerinin başarılı aktörü Gary Oldman, merakla beklenen “Kara Şövalye / The Dark Knight”ın devamı niteliğindeki film projesinin prodüksiyonuna 2010 yılında başlanacağının müjdesini verdi.

ComicCon etkinliğinde rol aldığı “Book of Eli” filminin tanıtım panelinde, “Batman” serisinin bir sonraki filmi hakkında kendisine sorulan soruyu Gary Oldman, “Batman serisinin bir sonraki filminin çekimlerine önümüzdeki yıl başlanacağını düşünüyorum. Bir sonraki Batman'in, hayranlarıyla önümüzdeki yıl buluşmasını umut ediyorum” şeklinde cevaplandırdı.

Şu sıralar önümüzdeki yılın yaz aylarında vizyona girmesi planlanan “Inception” isimli film üzerine çalışan Batman'in yönetmeni Christopher Nolan'ın, Gary Oldman'ın bu açıklamasına nasıl bir tepki vereceğini bekleyip göreceğiz.

“Machete”: Rodriguez, Lindsay Lohan'i istiyor

11:57 Gönderen dexter_fernando

Yönetmen Robert Rodriguez 2007 yapımı “Dehşet Gezegeni / Grindhouse” filminde çok az karşımıza “Machete”yi beyazperdeye taşıyor. Rodriguez yaptığı açıklamada, filmin oyuncu kadrosunun seçimlerinde sona yaklaştıklarını ve filmin çekimlerine birkaç hafta sonra başlamayı umut ettiklerini açıkladı.

“Machete”nin senaryosunu Lindsay Lohan'a da gönderdiğini belirten Rodriguez, güzel yıldızı filminde görmeyi çok arzu ettiğini söyledi.

Rodriguez, geçtiğimiz günlerde “Machete”nin kadrosuna Robert De Niro'nun da katıldığı şeklinde çıkan haberi doğrulamaktan kaçınırken, şu ana kadar sadece başarılı oyuncular Danny Trejo ve Michelle Rodriguez ile resmi sözleşmeyi imzaladıklarının altını çizdi.

2010 yılında vizyona girmesi planlanan “Machete”, “Dehşet Gezegeni / Grindhouse” filminde çok az yer alan “Machete” karakteri üzerine kurulacak.

Yine Bir Remake

10:20 Gönderen dexter_fernando

Yeniden yapımların vazgeçilmez ülkesi Amerika, King Kong'u 4. kez gündeme getiriyor!

(28 Temmuz 2009) Yeni King Kong filmi geliyor. İlk olarak 1933 yılında yapılan ve klasikler arasında yerini alan filmin orjinalinin ardından iki tane daha 'remake'i gelmişti. En son 2005 yılında Peter Jackson yönetmenliğinde yapılan filmin yeniden çekimi tekrar gündemde. Ama bu sefer koca adamımız, sarışınlarla uğraşmak yerine kendi egemenliği üzerine kafa yoracak.

Empire'ın haberine göre yine Kong: King of Skull Island kitabından uyarlanacak film, Kong'un adadaki egemenliği üzerine olacağı yönünde.

2. Yaşamım

14:01 Gönderen dexter_fernando

Bu aralar internette gezerken adını duyduğum Second life adlı programı yükledim. 3d boyutlu sohbet programıymış fakat beni son derece bağımlı hale getirdiği için ben yaşam similasyonu demek istiyorum. Sitede üye olduktan sonra hızla programı çalıştırdım. Hava alanı benzeri bir yerdeydim. Günlük aktif insan sayısı 7 milyondu. Tabii sadece 5000 adet türk oyuncu vardı. Ama yinede bir kaç türk bulabilmiştim. İnsanlar oturuyor, sohbet ediyor, alışveriş yapıyor, uyuyor, ev kiralıyor, ev yapıyor hatta evlenip boşanabiliyorlar. Yinede 13 yaşından çocuklara tavsiye etmiyorum. Özellikle de kadın kullanıcıları gördüğüm kadarıyla durmadan taciz ediyorlar. Ve bir çok kendini bilmez insanlar soyunuk geziyor. Malesef müstahcen yerlerinde de mozaikleme yok. Ama yine de gerçek hayatta yapmak isteyipte yapamadığız şeyleri yapmak için güzel bir sanal dünya oluşturulmuş. Ve yapacaklarınız hayal gücünüze kalmış. En son burada oturuyordum ki bu fotoyu oyunun içinde ben çekmiş bulunmaktayım. Oyunda bir çıplak adam, bir strizptizci kadın, iki robot, 3 ay savaşçısı ve son olarak bir tanede emzikli kız gördüm.

Unutmadan oyunda uçarak istediğiniz yere gidebiliyorsunuz. Hatta sultan ahmet camisi bile var. Vestel ve star haberin binalarını bile gördüm. Nette bir tane daha yaşamım var. Oyunda milyarder olanlar var. Oh ne rahat lüks hayat...

Obama'nın hayatı film oluyor

14:00 Gönderen dexter_fernando

Obama'nın hayat hikayesinin hangi film stüdyosu tarafından sinemaya aktarılacağı belirsizliğini korurken, söz konusu filmin yönetmen koltuğuna kimin oturacağı ve senaryonun kimin tarafından kaleme alınacağı ise henüz bilinmiyor.

Denzel Washington bu konuda Daily Mail’e yaptığı açıklamada, Obama'nın hayat hikayesinin anlatılacağı biyografik bir filmde ABD başkanını canlandırıyor olmaktan mutluluk duyacağını belirtti. Başkan Obama'dan bu konuda müsade aldığının da altını çizen Washington, Obama'yı beyazperdede kendisinin canlandıracak olmasının başkanı da aynı şekilde mutlu ettiğini söyledi.

“Obama” rolünün altından başarıyla kalkacağına da değinen Wastington, bu konuda kendisine tek problemi, başkanın küçük kulaklarının çıkartacağını esprili bir şekilde açıklamaktan da geri kalmadı.

Geçtiğimiz aylarda yaptığı açıklamalarda Başkan Obama, söz konusu filmde kendisini ünlü aktör Will Smith'in canlandırmasını istemişti. Obama, bunun gerekçesi olarak ise Smith ile kulak yapılarının aynı olmasını göstermişti.

Başkanlık görevinde henüz bir senesini bile doldurmayan Obama'nın biyografisinin, beyazperdeye uyarlanacak olması sinema çevrelerinde daha şimdiden tartışma yarattı.

Wanted 2

13:13 Gönderen dexter_fernando

“Wanted”ın yaratıcısı Mark Miller, “Wandet 2” film projesinin senaryosunu tamamladığını ve çekimlerine sekiz hafta içerisinde başlanacağını açıkladı.

Wanted'ın devam niteliğinde olacak film projesinde yönetmen koltuğuna, serinin birinci filminde olduğu gibi yeniden Rus yönetmen Timur Bekmambetov oturacak. Wanted'ın ana karakterlerinden birisi olan 'Wasley Gibson' rolünde ise, bir kere daha James McAvoy'u göreceğiz.

“Wanted 2”, Mark Miller'in grafik romanının dört ve beşinci baskılarındaki uluslararası suikastçı grubu konunun merkezinde yer alacak.

Red One dijital kameranın kullanıldığı ilk film olan “Wanted”, 75 milyon dolarlık bir bütçeyle çekilmiş ve gişede 341 milyon dolar hasılat elde etme başarısını göstermişti.

Küstüm, Küstüm, Küstüm blogger'ın kralı olsanız küstüm!

10:30 Gönderen dexter_fernando

Kendimi son günlerde çok yorgun hissediyorum. Bloguma yazı yazmak konusunda zorlanıyorum belki de. Hani şu yazıya başlayayım diyorum fakat sonra konuyu yeterli bulmuyorum. Kollarımın yazmak için yetersiz kaldığını düşünüyorum. Aslında bugün söz birşeyler yazmaya çalışacağım. Hasta olmadığıma eminim ama belki de olma aşamasına geldim. Yoksa başka hangi nedenden kendimi bu kadar aciz hissederim.
Yine o ağrılar girdi kolum, kemiklerim çıt, çıt sesleriyle bükülüyor. Dışarı çıkıp bir temiz havamı alsam. Zombi olabiliriz ama bizimde etlerimiz çürür. Bizde grip oluruz. Bizde aşık oluruz. Yemek yaparız, roman yazarız, koklarınız, tadına bakarız, duyarız, güleriz ve ağlarız. Bizi dışlamanıza ne gerek var söylenize, beneaththeground' a taze kan lazım. Mail adresimi verdiğimden beri bir mail bile yollamadınız. Küstüm size!

Grand Theft Auto’nun filmi

16:22 Gönderen dexter_fernando

Firmadan Dan Houser’a göre, “GTA oyunlarının iki saatlik filmlere dönüştürülmesi çok zor, çünkü oyunun yapısal derinliğinin ve detaylarının hakkını vermek zor.” Houser’ın kardeşi Sam Houser da, oyunların film uyarlamalarının yetersizliğinden şikayetçi: “Hepimiz biliyoruz ki elinizdeki eğlence ürününün üzerinden düşük kaliteli yan ürünler üretmenin amacı, kolay yoldan para kazanmaktır ve ürettiğiniz eserin uzun vadedeki istikrarı asla bu tür şeylerle sağlanamaz.” Houser, bahsettiği düşük kaliteli uyarlamalara örnek vermese de Street Fighter ve The Legend of Chun-Li gibi hem sanatsal, hem de ticari anlamda hayal kırıklığı yaratmış olan birçok proje mevcut.

Houser’ın bu yorumları, daha önce yapmış olduğu açıklamalarla paralel. Şubat 2008’de Houser, başrolünde Eminem’in oynama olasılığı olan bir GTA filmi konusunda görüşmelerde bulunduklarını, ancak bunun gerçekleşmesi durumunda birçok şartları olacağını belirtmişti. Geçen yılki açıklamalarında, “Olur da bir film projesi gerçekleştirecek olursak, bu ancak yaratıcılık açısından kafamıza takılan sorunları çözdüğümüzde mümkün olabilir. Eğer projenin yaratım sürecinde kontrol bizde olursa, başarısız olsa bile en azından iç rahatlığıyla projeyi biz bu hale getirdik diyebiliriz.” diyen tecrübeli yapımcının kardeşi, son açıklamasıyla bir GTA filmi olasılığının çok düşük de olsa hala var olduğuna işaret ediyor.

Bruce film oluyor...

13:59 Gönderen dexter_fernando


Genç yaşta hayata veda eden, dövüş sanatlarının usta ismi Bruce Lee'nin hayatı, üç filmlik seri ile sinemaya aktarılacak.

(26 Temmuz 2009) 1940 doğumlu Bruce Lee 33 yaşında hayata gözlerini yummuştu. Üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen bu zamanda da aktör, filozof, yönetmen, senarist ve eğitmen olan efsane isim Bruce Lee'yi bilmeyen yoktur. Şimdi de 20. yüzyılın ikonu haline gelen Bruce Lee'nin ismini taşıyacak filmi yapılıyor. Filmin çekimlerine bu yıl ekim ayında başlanacak.

Hıdrellez

13:38 Gönderen dexter_fernando

Gelenek ve göreneklerimize ne kadar sahip çıkıyoruz? Gelenek ve göreneklerimiz bizim milli kültürümüzü oluşturmazlar mı? Milli kültürüne sahip çıkmayan bir ülke yıkılmaya mahkûm değil midir? O zaman neden kendi kendimizi yıkma çabasına giriyoruz? Evet, klasik bir giriş yaptım sorular sorarak ama belki de en etkili girişler sorularla başlamalıdır. Okuyucu sıkılmamalı yazar okuyucu ile konuşmalıdır.


Ana konumuz hıdrellez. Şimdiden sıkıcı bir konu olarak tanı koyduysanız kesinlikle bu sorulara da olumsuz cevap vermişsinizdir. Ben Çanakkale’nin küçük bir ilçesinde yaşıyorum. Hatırlıyorum da eskiden çok güzel kutlanırdı. İnsanlar baharın gelişini kutlamak için sokaklara akardı. Acıları ve sevinçleri paylaşırlar hala birlik içinde olduklarını hatırlatırlardı. Sahil boyunda çiftler ve aileler kol kola girer. Romantik ve güzel ay ışığının altında çekirdeklerini çıtlarlardı. Dayanışma teriminin anlamı daha bir belli olurdu. Sonra ateşten atlardık. Bazen bir yerleri tutuşanlarda olurdu. Ama çoğunlukla mutlu geçerdi. İnsanların yüzünde asla tebessüm eksik olmazdı. Sonra ağaçlara adaklar asardık. Çoğunlukla kızlar ve kadınlar yapardı bu işleri fakat o ağaçların bir bayram şöleni haline geldiği görünce oturup saatlerce adakların uçuşunu görmek çok hoşuna giderdi insancıkların, sonra o adaklar kopar giderse olunacağına inanılırdı.


Belki batıl inançtı fakat sonuçta bunlardı gelenek ve göreneklerimiz birde din öğretmenleri vardı. Aşırı dinçi bunların Müslümanlık dışı olduğunu söylerdi. Bunlar bizim dayanışmamızı sağlıyorsa, birlik ve beraberliğimizi koruyorsa bunlar asla din dışı olamaz. Daha doğrusu iyi şeylere neden olan şeyler nasıl olurda günah olabilir? Ben onlara asla bu konuda hak vermezdim. Ama haklı oldukları yönlerde vardı. Konudan uzaklaşmadan diyorum ki lütfen milli kültürünüze sahip olun. Bu zamanlar da başka sahip çıkacak donumuzdan başka neyimiz kaldı ki? Neyse en azından kriz bizi teğet geçti. ( Sözün meclisten içeri)

Ahmet Türkan