Yeni Sitemiz

12:43 Gönderen dexter_fernando

Karanlıktakiler

16:19 Gönderen dexter_fernando

Çağan ırmak en sevdiğim yönetmenlerden biridir türkiye'de özellikle onunla ilk tanıştığım filmleri Mustafa Hakkında Herşey'de gerçekten yetenekli bir yönetmen olduğu gördüm basit bir yönetmen değildi. Türkiye'de sayısı azalan sanat filmi çekmeye cesaret edecek az yönetmenden biriydi ve bana kendini sevdirdi. Ondan sonra izlediğim Bana Şans Dile ile de sevgimden birşey kaybetmeyen Çağan Irmak ondan sonra çok yetenekli oyuncu kadrosu ile çektiği Babam ve oğlum onu çok sevdirdi. İnsanları hüzne, sevince boğdu mütevazi havası olan filmiyle beni kendine daha çok bağladı. Sonra eline bir o kadar sevdiğim Kabuslar Evi ile başarısız sayılacak bölümler yarattı. Daha sonraları kazandığı paralar ile artık sanat filmi çekecek kadar cesur olduğunu düşündü. Ve ulak ile şansını denedi bana göre faso çıktı. Son olarak bu sefer kaybettiği paraları başarılı sayılacak hüzünlü biten can acıtan bir aşk hikayesi olan Issız Adam ile tekrar kazandı. Ve şimdi de babam ve oğlum ile başladığı yolculuğu Annem ve Oğlum ile devam ettirecekti. Fakat adını karanlıktakiler olarak değiştirdi. Yeni izlediğim filmini merakla bekliyordum. Ve sevdim... Öncellikle hayatımda Türkiye tanıdığıme en iyi anlatım dili ve senaryo yaratımını Çağan Irmak'ta görmüştüm. Ha bu filmin senaryosu iyi mi daha tartışmak için erken sayılır. Öncellikle konusundan bahsedelim... Egemen (Erdem Akakçe) 30’lu yaşlarını aşmış, bir reklam ajansında ofis boy olarak çalışan ve ilerleyen yaşına rağmen annesi Gülseren (Meral Çetinkaya) ile aynı evde yaşamak zorunda olan genç bir adamdır. Annesinin zihinsel kararmalarıyla geçen bir hayat Egemen için, evlerinin içine gizlenmiş, belki de sadece onlar için hazırlanmış ufak bir cehennem gibidir.Gülseren içinse hayattaki tek varoluş nedenidir Egemen. Gerisi, kendisini hapsettiği evinde yaşadığı bitmeyen bir huzursuzluk ve tedirgin bir ruhtur. Yanında olmasını istediği tek kişi Egemen’dir. Oğlunun kendisinden ayrılmasına dair en ufak bir düşünce bile bir çılgınlık nöbetine girmesi için yeterlidir.Egemen’in tüm hayatını geçirdiği bu cehennemden uzaklaşarak, rahat nefes alabildiği, normal bir hayata yaklaştığı tek yerse çalıştığı reklam şirketidir. İşi sayesinde dış hayatla bir bağ kurmak az da olsa annesinin karanlık dünyasından uzaklaştırır Egemen’i. Öte yandan patronu Umay’a (Derya Alabora) duyduğu ilgi genç adam için büyük bir açmazdır. Annesinin varlığı bu ilgi önünde koca bir engeldir. Çaresizliği artan Egemen iki kadın arasında sıkışıp kalır.
Çoğu kişi tarafından Çağan Irmağın en kötü filmi olarak adlandırılabilir fakat karanlıktakiler Çağan Irmağın sürekli gelişen yabancı yönetmenlerin seviyesine ulaştığını gösteriyor. Bizim ülkemizden bir Otomatik portokal, beyaz band ve ölümcül oyunlar çıkacak ve bunu başaracak tek yönetmende Çağan Irmak fakat bizim ülkemiz malesef daha din, din diye ölürse bu sanat filmlerini biraz zor göreceğiz. Çağan Irmağın karakter yaratımı ben Issız Adam'da basit bulmuştum. Fakat burada Egemen karakteri gerek oyuncu gerek o ete kemiğe bürütmüş gülseren karakteride öyle tabii...Aktörün, canlandırdığı karakterin ‘sevgi/nefret’ ya da ‘dahil olma/olamama’ ikilemlerini derinden yaşayan ruh halini yansıtırken gösterdiği azim alkışlanacak cinsten. “Karanlıktakiler”, belki “Babam ve Oğlum” ile “Issız Adam”ın ulaştığı gişe başarılarına kadar gidemeyecek, ama toplumun marjinalleştirdiği karakterlerinin nefes alışlarıyla etkisini hissettirecek gibi görünüyor. Bu film gişe filmi kesinlikle değil 1 milyon izlensene bile ben yine gişe filmi olmadığını söyleyeceğim. Bu film para kazanma amacı yok. Karanlıktakiler aslında şehir hayatının pırıltılı ve heyecanlı olaylarını anlatmadığı başarılı herkesin kendi karanlığına girdiği bir senaryoya sahip yine diyorum bu filmin senaryosuda atmosferide başarılı tabii kitap okumayan Recep İvedik gibi gişe filmi sevenleri filmi anlayavileceklerini sanmıyorum. Yine diyorum kitap okuyan, yorumlayın :) Sağlıksız bir anne-oğul ilişkisinin, acının ve kendini unutmanın dokunaklı hikâyesini anlatmak zordur fakat o başarmıştır. Filmin senaryosunu İstanbul’daki komşularından esinlenerek yazdığını anlatan Çağan Irmak, filmi sayesinde modern bir Türkiye’nin, Akdeniz Türkiye’sinin portresini çiziyor. Ülkesinin büyük değişimler geçirdiğini anlatan yönetmen bu filmin de bu değişime ilişkin kimi öğeler taşıdığını aktarıyor. Kabuslar Evine yakın bir tarz kullanan film gerilim filmi olarak kabul edilebilir. Fakat bir korku filmi değil kesinlikle yanlış anlaşılmamalı bu konu hakkında daha satırlarca konuşabilirim. Film adıda çoğu ülkede değişik Karanlıktakiler, annem ve oğlum, annem deli, ana-oğul... Peki soracaksınız sıkılmadan mı izledin? Hiç sıkılmadan izledim eminim sizde izleyeceksiniz. Fakat bir ıssız adam aramayın sığ denizlerde yüzmeyen fersahlarca yer altında sinir bozucu atmosferiyle size başka şeyler yaşatacak filmlerden biri...

Yönetmen Irmak, başka yönetmenlerin başaracağından pek de emin olmadığım bir derinlik katmış filme. Film, onun yönetmenlik ve yazarlıktaki (filmin senaryosu da ona ait) becerisi sayesinde komedi ya da karikatür gibi olmamış. Uzun sessizliklerle, bastırılmış duygular ve anne-oğul arasındaki ihtilafla filme gerilim katmış. Ama bir şekilde de, alışılmadık espri anlayışıyla filmi aydınlatmayı başarabilmiş. Film bittikten sonra ne kadar garip duygular içinde kalacak olsanız bile belki de her gün o karanlıkta yaşayanlardan biri de sizsiniz? Siz karanlıktakiler olabilirsiniz... Çağan Irmağın en iyi ilmi olduğunu bağırarak söylüyorum çağan ırmak "kendinle dalga geçen" zeki insanlardan biridir... Çağan ırmağın en iyi ve en gelişmiş filmini görmek daha doğrusu sanat filmi izlemek isteyenlerin beğeneceği cinsten bir film. Fakat Issız adam olmayacak karşınızda beklentilerinizi yüksek tutun karşılayacak...

Duyuru

20:39 Gönderen dexter_fernando

Sayın pek değerli site takipçilerimiz yorumlarınıza adınızıda yazarsanız mutlu oluruz. İsimsiz yorumları bundan sonra değerlendirmeyeceğim. Ayrıca sitemiz bundan böyle burada her türlü filmin incelendiğini söyleyenler oldu. Yeni host ve domaine geçeceğimiz. İçin yeni adresimizde sadece korku ve onun alt türleri ile ilgi yazılar vb. şeyler olacaktır. Şimdilik hepinize iyi günler. Yazar kadrosunda yer almak isterseniz bize dexter_fernando@windowslive.com adresinden ulaşabilirsiniz...

Güneşi Gördüm miyop olmuş...

19:52 Gönderen dexter_fernando


Mahsun Kırmızıgül'ün gerek müziksel altyapısı, gerekse dünya gerçeklerine duyarlılığıyla, alanındaki çoğu isimden ayrı bir yerde durduğu aşikâr. Müzik hayatında dert edindiği konular, şarkı sözlerinin toplumla kurduğu bağlar gibi kilit noktaları sinemasının da yapıtaşları haline getirmeye çalışıyor. Yarattığı her karakteri kartonluktan veya işlevsizlikten kurtarıp, altı doldurulmuş ve toplum hayatının içinden karakterler olarak çizmeye çalıştığını görüyoruz. Kendi topraklarımızdaki hikayeleri sunarak duygularımızı sömürmek konusunda da üstüne fakat bu sefer gerçekten çuvalladı. Yönetmen olunmaz yönetmen doğulur desem ne olacak... Oskarda yarışmaya yollanacak, fakat basit bir dili ve başarısız bir sinema filmi kokusu burnunu deliyor insanın. Fragmanda insanları değişik bir havaya sokan sonra boş çıkan filmleri çeken yönetmenlerden nefret ederim. Mahsun bu yönetmenler arasına kendini sokan birisidir. Konu ve film olarak Beyaz Melek filminin çok gerisinde, her şeyden önce konu tek taraflı, klasik bir kürt bakış açısı, adamlar her evde 6 şar çocuk doguruyorlar, ondan sonra gelsin yaşam mücadelesi, bu 6 çocu köyde olsa pislik içinde büyütülüyor, şehirde olsa birbirini öldürür hale geliyor, yani Mahsun denilen arkadaş konuyu irdelerken Kürt halkının neden hep geri kalmış bir toplum oldugunu irdelerse daha iyi olur. Orhan Pamuk gibi türkiye'yi kötüleyerek ödül alacağına güvenmiş olmalılar jüriler. Ya da sinemadan anlamayan insanlar demek doğru olacak...Mahsun Kırmızıgül'e birisinin gerçeği söylemesi gerekiyor. Beyaz Melek'la New York'ta ödül alması da gerçeği değiştirmiyor: filmi beraber çektiği insanlar istediği kadar kendisi için çok güzel öykü anlatıyor desin, bu iddia bu film söz konusu olduğu sürece asla gerçek değil. Beni en çok düşündüren şeylerden birisi Mahsun Kırmızıgül'ün aslında hala arabesk bir yapısının olduğunu görmek oldu. Şık ve güzel görüntülü filmlerle anlatılan öyküler arabesk öykülerin bir kaç kat iyisi olarak görünüyor. Basında medyada haftalarca göklere çıkartıldı kırmızıgül. Maden böyle politik bir film sokmak istiyorsunuz. Mommo var hemde bağımsız 0 bütçe ile çekilmiş bir film güneşi gördüm'ün seçilmesi bağımsız yapımları yapacak yönetmenlerin gözünü korkutmaktan başka birşey değil hani...Bir gişe filminin oraya gitmesini asla kabul etmem.

Durmadan mesaj kaygısına giren filmlerden biri tamam mesaj verebilirsin. Ama bunu insanın gözüne sokarak vermenin anlamı nedir anladım. Bence şarkıcılığa devam et müziklerini dinleyelim fakat filmini asla izlemeyelim. Evet mahsun sana gıcıklığımdan bu yorumu yapıyorum.
Film kalitesi olarak değerlendirmeye almaya dahi gerek olunmayacak bir film. Filmde öyle sahneler varki gidip kendinize kahve alıp gelseniz hiçbir şey kaçırmayacağınız kadar sıkıcı. Dizi filmler kalitesinde tartışacak olsak çoğu dizi film daha başarılı.. Senaryo olarak değerlendirmeye alacak olsak bu konu Türkiye'de işlenmeyi bekleyen en hazır hammadde. Peki Mahsun K. bu hammaddeyi nasıl işlemiş diye bakarsak; eline yüzüne bulaştırmış demeyi isterdim ama maalesef Mahsun K. tam anlamıyla pragmatik bir açıyla konuyu ele alıp tam bir ortayolcu mantığıyla filmi bitirmiş. Ha daha iyi olabilir miydi? Olabilirdi, mahsun çok güzelde başarmamış bu işi. Tamam yani bu filmi izleyen vahil bir "hadi ülkemizde iş yok. Norveçli olalım" mesajını alabilir. Böyle bir riske girmeye gerek yok.İzlediğime izleyeceğime bin pişman oldum desem yalan olmaz. Yani insanların gözünü harika boğuyor bir teröriste şehit demesini anlamayan bir halkımızın olması ne güzel bir durum değil mi? Töbee, töbee... Bu filmlerle sinemamız bir arpa boyu yol alamaz. Suya sabuna dokunmadan terörü destekleyip, sonrada insan hakları savunuculuğuna soyunan avrupa ülkelerini cennetmiş gibi gösterip yerlere göklere sığdıramaması mı, yoksa sehitlerimizle teroristleri aynı kefeye koyması mı , hangisi daha rahatsız edici. Bunları tek farkeden ben değilimdir umarım. Film hem estetik hem de dramaturji açısından tam anlamı ile çok zayıf. Neresinden tutup neresinden düzeltsek diye kalakalıyorsunuz. Burada baştan başa bölge sorunlarını yazmak istemiyorum ama bölge sahnelerinin özellikle asker-halk ilişkisinin bu kadar sevecen olamayacağı her halde çok aşikârdır. Bunun gibi birçok tema aslında olduğundan çok daha "mahsun" ve masum gösterilmiş. Mahsun Kırmızıgül'ün tavrı yaşananları yalın bir gerçeklikle anlatmaktan çok öte, aslında tam bir işgüzarlık. Filmde ne şiş yansın ne kebap anlayışı ile işin içinden çıkılmaya çalışılmış. Taraflara çok dokunmadan ve çözüme dair en ufak bir şey önerme cesareti göstermeden bol acılı, bol ajitasyonlu, bol mesaj kaygılı, üstüne üstülük bir anda bir çok konuyu işlemeye çalışıp ama hiç bir yere varamayan bir film yapılmış.
Doğu'da yaşayan eşcinsel insanların yaşamları büyük kentlerde yaşayanlarınkinden daha acılı ve daha trajik. Bunu anlattığı için ödül alacağına inanan bir jüri olsa gerek yani sanki sadece içinde eş cinsel temalı filmler ödülleri topluyorlar. Halen buna inanıyorsak daha çok medeniyet lazım bize... Güneşi gördüm anlaşılan güneşi tam göremeyen bir film olmuş. "Güneşi Gördüm köyde başlayan, İstanbul ve Norveç'te devam eden hikayesinde köy hayatını ele alırken herhangi bir TV dizisinde rastlayabileceğimiz bir anlatım tarzı ve içeriği tutturuyor. Kadın-erkek-çocuk ayrımı, terör sorunu gibi konularda kanıksanmış görüşleri tekrarlıyor. Eğer benim gibi mahsun kırmızı gülsü yönetmenleri içinize sindiremiyorsanız. Ve karamsarlıklarla dolu taraflı politik filmlerden haz almıyorsanız kesinlikle tavsiye etmiyorum. Kimse izlemesin, hatta bu filmi yok edin. Güneşi gördüm lütfen güneşi gör miyop... Müzikleri dışında boş bir film vakit kaybı izlemeyin olmaz olsun böyle film. 3 maymun yarışmalı oskarda... Güneşi görsen bile oskarı göremezsin...

Son Veda

19:18 Gönderen dexter_fernando

2009 Yabancı Dil En İyi Oscar Ödülü'nü kazanan Son Veda, 2 Ekim'de vizyona giriyor!

(30 Eylül 2009) Filmin Akademi Ödülleri'ndeki başarısı yanısıra daha birçok festivalden de ödülleri var.

Filmin bugüne kadar aldığı ödüllerin listesi:

Akademi Ödülü ® Sahibi – En İyi Yabancı Film

32. Japonya Akademisi ödüllerinde 10 dalda ödül sahibi- En iyi Film, Yönetmen, Erkek Oyuncu, Yardımcı Erkek Oyuncu, Yardımcı Kadın Oyuncu, Senaryo, Görüntü Yönetmenliği, Işıklandırma, Sanat Yönetimi, Ses, Kurgu

32. Montreal World Film Festival- Grand Prix des Amerique Galibi

Altın Horoz Ödülü Sahibi – En İyi Film, Yönetmen, Erkek Oyuncu (Çin Akademi Ödülleri)

28. Hawaii Film Festivali Galibi – İzleyici Ödülü

Melbourne ve Sydney Japon Filmleri Festivali – Kapanış Filmi

20. Geleneksel Palm Springs Uluslararası Film Festivali’nde İzleyici Ödülü sahibi – En İyi Kurgusal Film

Nikkan Sports Film Ödülü Sahibi – En İyi Yönetmen, En İyi Film

Hochi Film Ödülü Sahibi – En İyi Film

Kinema Jumpo Galibi – Yılın 1 numaralı filmi, En İyi Yönetmen, Senaryo, Erkek Oyuncu

51. Mavi Kurdele Ödülleri – En İyi Erkek Oyuncu

Elan d'or Ödülü Sahibi – En İyi Film, En İyi Yapımcı

Mainichi Film Ödülleri – En İyi Japon Filmi, En İyi Ses Kurgusu



Film Japonya ve Denizaşırı ülkelerdeki eleştirmenlerden de olumlu yorumlar aldı!

-- “Film alışılmamış ve eşsiz bir konuyu alıyor ancak zarafet ve mizahla işliyor. Muhteşem bir sanat eseri; bu filmi çektiği için Yojiro Takita’ya büyük hayranlık duyuyorum.”
Mark Rydell ( Juri Başkanı / Montreal Dünya Film Festivali)

-- "Japon kültürünün bu ayrıntılı ayini içerdiğini keşfetmek beni çok şaşırttı…Bu ayin dinin ve sonunda kültürün ötesine geçiyor. Ölümlülüğümüzün ve insan ilişkilerinin kısalığının farkında olan sosyal varlıklar olan bizlerin en temel, evrensel sorunlarına temas ediyor.”

--"’Okuribito (Son Veda)’ izlediğim filmler içinde en iyilerinden biri. Filmlerin en iyi yaptığı şeyi yaparak belli bir insan deneyiminin ve karakterlerle izleyici arasında akan duyguların dünyasına kapı açıyor ve hayatı daha da görkemli kılıyor.”

-- "Bu dünyada yaşayan herkesin böyle bir filmi izlemesi gerek. Sonunda, herkes ölür… ama umarız gönderilişimiz böyle olur.”

-- "Merhaba – Ne zamandır görüşmüyoruz – Hoşça kal – Görüşürüz --- bu film bize günlük yaşamımızdaki bu sözlerin önemini hatırlatıyor… Böyle bir filmi keşfettiğim için çok mutluyum.”

Tabuta koymadan önce ölü bedenlerin törensel hazırlıkları üzerinde çalışan kişinin hikayesinin anlatıldığı filmin başrol oyuncusu Masahiro Motoki ile film üzerine yapılan söyleşi Beyazperde'de!

En vahşi Filmler

19:40 Gönderen dexter_fernando


www.filmschoolrejects.com sitesinde yayınlanan listeye göre sinema tarihinin en vahşi 10 filmi şöyle sıralandı:

“The Texas Chain Saw Massacre-Teksas Katliamı/1974¨ (Tobe Hooper),
“Hostel-Otel/2006¨ (Eli Roth),
“Haute Tension-Yüksek Tansiyon/2003¨ (Alexandre Aja),
“The Last House on the Left-Soldaki Ev/1972¨ (Wes Craven),
“I Spit on Your Grave-Mezarına Tüküreceğim/1978¨ (Meir Zarchi),
“A Clockwork Orange-Otomatik Portakal/1971¨ (Stanley Kubrick),
“Saw-Testere/2004¨ (James Wan),
“Cannibal Holocaust-Yamyamlar Cehennemi/1980¨ (Ruggero Deodato),
“Two Thousand Maniacs-İki Bin Manyak/1964¨ (Herschell Gordon Lewis) ve
“The Hills Have Eyes-Tepenin Gözleri/2006¨ (Alexandre Aja).

Yönetmen Tobe Hooper’ın ikinci filmi olan 1974 yapımı “Teksas Katliamı”, görsel anlamda vahşi şiddet yüklü bir film. Filmde, beş kurban yamyam bir ailenin eline düşer. Bu film zamanında yasaklanmıştı. Elinde elektrikli testereyle sürekli birilerini kovalayan aile testereyle insanları biçiyor. Eli Roth’un yönettiği yeni tarihli “Hostel-Otel” filminde vahşi işkence sahneleri vardı. Film, Slovakya’da geçiyor. Listede genç Fransız yönetmen iki filmiyle yer alıyor. İlki 2003 yapımı “Yüksek Tansiyon” filmi. Bu film yasaklanmıştı. Dean R. Koontz’un “Intensty” adlı romanından uyarlanan filmin şiddet düzeyi çok sarsıcı.

Aja’nın listedeki diğer filmi “Tepenin Gözleri” filmi. Bu filmde şiddet öyle sert ki, yer yer bu şiddetten dolayı insan perdeye bakmakta zorlanıyor. New Mexico çöllerinde geçen hikayede kanlar neredeyse kameraya yapışıyor Aja’nın filminde. Çağdaş korku sinemasının önemli adlarından Wes Craven’ın ilk filmi olan 1972 yapımı “Soldaki Ev”de, bir grup katil kızları kesip biçiyor filmde. İşkence, tecavüz ve şiddetin her türlüsü bir gece boyunca sürüyor.

Meir Zarchi’nin 1978 yapımı “Mezarına Tüküreceğim” için şiddet sinemasının “kült” filmlerinden deniliyor. Dört adam tarafından alıkonulup tecavüze uğrayan bir kadının, olaydan sonra kaçmayıp tek tek bu adamları öldürmesi üzerine kurulu. Beyazperdede görülebilecek en şiddet yüklü sahneleri içeriyor film. Kadın, bu adamları silahla tek vuruşta öldürmüyor. Çünkü bunu hak etmiyorlar ve intikam soğuk yenen bir yemek. Elbette seyircinin midesi kaldıramıyor filmdeki birçok sahneyi.

Stanley Kubrick’in 1971'de Anthony Burgess’ın romanından uyarladığı “Otomatik Portakal”, şiddeti iki taraflı gösteriyor. Önce birey, sonra devletin şiddeti yansıyor perdeye. Her ikisi de vahşice. Alex, Beethoven’ın “9. Senfonisi”ni dinleyerek şiddet saçıyordu “Otomatik Portakal”da. James Wan’ın yönettiği “Testere”de birbirini tanımayan iki adam, pis bir banyoda zincirlenmiş olarak uyanırlar. Manyak bir adamın kurbanı olduklarını hemen anlarlar çok geçmeden. Ardından şiddet uç noktalara ulaşıyor filmde. “Testere”yle ilk yönetmenlik deneyimini gerçekleştiren Wan, bu filminin sinema tarihinin en iyi korku filmi olduğunu söylüyor.

İtalyan Ruggero Deodato’nun “Yamyamlar Cehennemi” filminde hayvanlar diri diri kesiliyorlar. Bu yüzden film yasaklanmış. Kaplumbağalar canlıyken kabuğu çıkartılıyor ve içi deşiliyor. Tecavüzler, kazığa oturtmalar, insan deşme görüntüleri, çürümüş ölü insan bedenleri vs. Herschell Gordon Lewis’in 1964 yapımı “İki Bin Manyak” da döneminin korkutucu filmlerinden biri olarak değerlendiriliyor.

Coco Chanel

20:26 Gönderen dexter_fernando

Cannes Film Festivali'nin kapanış filmi vizyona giriyor!

(24 Eylül 2009) Moda duayeni Coco Chanel'in tanınmadan önceki hayatını anlatan film Coco Before Chanel 6 Kasım'da vizyona girecek. Ama onun öncesinde 16 Ekim'de, Coco Chanel & Igor Stravinsky: Büyük Aşk ismiyle Chanel'in üne kavuştuktan sonra ünlü kompozitör Igor Stravinsky ile yaşadığı aşkı anlatan film vizyona girecek.

Jan Kaunen’in yönettiği, Chris Greenhalgh’ın 2002 yılında yazdığı Coco & Igor adlı romanından senaryolaştırılan Coco Chanel & Igor Stravinsky: Büyük Aşk, 2009 Cannes Film Festivali'nin kapanış filmi oldu.

Filmin Konusu: Paris, 1913. Coco Chanel zengin ve yakışıklı Boy Capel'a aşıktır. Rus kompozitör Igor Stravinsky'ın The Rite of Spring'i (bale) sahnelenmek üzeredir. Igor'un ses uyumsuzluğundaki devrimci hareketi Coco'nun radikal fikirleriyle uyum içindedir. Coco kadının modasını demokratikleştirmek istiyordur, Igor'sa müziğin anlamını yeniden tanımlamak istiyordur. The Rite of Sipring'in ilk performansında Coco'nun şık beyaz elbisesi dedikodularla birlikte dikkatleri çekmiştir. Gösteri de müzik ve bale çok modern, çok yabancı olduğu gerekçesiyle eleştirilmiş ve gösteri esnasında tartışmalar yaşanmıştır. Coco bu gösteriden oldukça etkilenmişse de Igor bu eleştirilerin kötü etkisini bir türlü üzerinden atamaz.

1920 yılına gelindiğinde, Coco oldukça başarı kazanmıştır; fakat Boy'un araba kazasında ölmesinden sonra aşk acısı çekiyordur. Igor, Rus İhtilali'nden sonra, Paris'te beş kuruşsuz sürgün hayatı sürüyordur. Coco, Igor'ra Ballet Russes'un (modern bale topluluğu) kurucusu olan Sergey Diaghilev tarafından tanıştırılır.

Coco Igor'u tüberküloz hastası karısı ve dört çocuğuyla evinde kalmaları için davet eder. Bu esnada Coco ve Igor'un gizli ilişkisi başlar. Aralarındaki yakınlık yaptıkları iş üzerinde de etkili oluyordur. Igor yeni ve daha liberal müziği üzerine çalışırken, Coco parfümcüsü Ernest Beaux ile ünlü parfüm Chanel No.5 üzerine çalışıyordur...

Oscar kazanırsa siteyi kapatırım

20:20 Gönderen dexter_fernando

Mahsun Kırmızıgül'ün filmi Güneşi Gördüm Oscar Aday Adayı

(24 Eylül 2009) 2010 yılı için The Academy of Motion Picture Arts and Sciences'ın 96 ülkeden Oscar Ödülleri'nde En İyi Yabancı Film seçilebilecek filmlerinin listesi için davette bulunduğunda ülkemizden 13 film belirlenmişti.

Bu liste; Gökten Üç Elma Düştü (Raşit Çelikezer), Güneşi Gördüm (Mahsun Kırmızıgül), Güz Sancısı (Tomris Giritlioğlu), Hadigari Cumhur (Harun Özakıncı), Issız Adam (Çağan Irmak), Karanlıktakiler (Çağan Irmak), Kıskanmak (Zeki Demirkubuz), Mommo Kız Kardeşim (Atalay Taşdiken), Nokta (Derviş Zaim), Pandora’nın Kutusu (Yeşim Ustaoğlu), Sonbahar (Özcan Alper), Usta (Bahadır Karataş) ve 11’e 10 Kala (Pelin Esmer) filmlerinden oluştu.

Bu filmler arasından Oscar aday adaylığına, Mahsun Kırmızıgül'ün Güneşi Gördüm filmi seçildi! İlk filmi Beyaz Melek ile gişe rekorları kıran Kırmızıgül'ün ikinci filmi Güneşi Gördüm, ülkemizde tartışmalara sebep olurken filmin Oscar Ödülleri'nde hangi aşamaya kadar yarışacağı merak konusu.

Güneşi Gördüm'ün Konusu: Mahsun Kırmızıgül’ün ikinci yönetmenlik denemesi Güneşi Gördüm, kalabalık bir ailenin filmi. Askerin emriyle köylerini boşaltan ve bir kısmı İstanbul’da şansını denerken diğerleri de umudu Norveç’e kaçmakta arayan bir aile bu.

Beş kız çocuğun ardından istediği oğla sahip olan Ramo, bir oğlu askere giderken diğeri dağa çıkmış Davut, sert mizaçlı Mamo ve onun kendini hep kız gibi hissetmiş erkek kardeşi Kadri filmin merkezinde yer alıyorlar.

Yine çok fazla öykü anlatıyor Kırmızıgül bize. Ama bu kez eklektik durmuyor öyküleri; hepsi bir çatı altında, aynı tema etrafında toplanıyor.

Şerefsiz Piçler ya da en iyisi sen bana Soysuzlar Çetesi de...

17:31 Gönderen dexter_fernando


Tarantino sinemanın dahi ve hastalıklı yönetmenlerinde fakat hasta olsa bile kesinlikle tedavi edilmemeli. Bütün filmlerini ayrı bir keyifle izlemişimdir. Fakat en çok sevdiklerim ilk göz bebeği rezervatuar köpekleri ile ucuz romandır. Fakat ben soysuzlar çetesin'de ayrı bir tad buldum. Bunun en büyük iki nedeni Tarantino'nun sıkıcı bir 2.dünya savaşı değilde eğlenceli bir 2.dünya savaşı filmi yapmasıydı. Diğer nedenim ise christoph waltz'ın müthiş oyunculuk performansıydı. Sinir edici fakat başarılı diyaloglar tarantino'nun aksiyon ve kan dozunu dengelediği tipik olayların hepsi bu filmde son derece ustacaydı. Sahneler ve müzikler tek kelime süper. Evet çoğu dediği kişilerin dediği gibi diyaloglar daha kısa tutulabilirmiş fakat sıkmadığı için bir sorun teşkil etmemekte...Bir Tarantino filmini izlediğinizin tamamen bilincinde oluyorsunuz film boyunca.Diyaloglar,çekimler hepsi buna işaret ediyor ve tabiki müziklerde öyle... Her filminde olduğu gibi müzik seçimleri harika. Şiddeti yine büyüklerin bu seferde savaşta eğlenmek için kullandığı bir öğe olarak yediriyor filme.Bolca kanlı sahneye rağmen rahatsız edici bir durum olarak göze çarpmıyor. Film kendine has Tarantino mizahınıda içinde barındıyor yine ve dalmadık su bırakmıyor.Göndermelerden birçok şey nasibini alıyor. Tarantino çok çabalayarak sinemada kendi dilini oluşturan sınırlı yönetmenlerden biri ve bu yönünü seviyorum. Bu film bir tarantino sanatı.

Başta filmin ismini olmasını planladığı "Bir zamanlar nazi işgalindeki Fransa'da"YI 1. bölümün ismi yaparak ve gerek müzikleriyle westernlere gönderme yapıyor. Filmdeki mizahta çok iyiydi. Filmin bildiğimiz nazi katliamı filmleriyle alakası yok ama, bu filmlerdeki "ha şimdi anladı, aman anlıyor mu, bu sefer anladı" duygusunu çok iyi geliştirmiş Tarantino. Takashi Miike gibi şiddetti insanın gözüne sokmaya çalışan bir yönetmen olarak algılanıyor. Ama tarantino yaptığı bu işi seviyor. Çoğu sahnedende anladığınız üzere eğlenerek çekiyor yapımlarının her birini. Tarihi bir konuda müzikleri kullanarak şiddet kullanımında elini ayarına dikkat ederek ve kendine has mizahınıda bu işe bulaştıran bir dahi. Derinlemesine oluşturulmuş karakterlerin uzun uzadıya analizlerinin yapılmasına olanak veren bir senaryo sonucunda onları en iyi yansıtacak aktörleri ve aktristleri de başarıyla seçmiş. Şöyle birşey düşünün mizah kullanımında o kadar zekiki bir çocuğun kafasını parçalatma sahnesinde bile sizi güldürüyor gibi. Ayrıca Eli Roth gibi kendi ellerinde yetişen yönetmenler ve usta yönetmenlerin de oyuncu olarak destekleri filmin çıtasının bir hayli yükselmesini sağlamış. Zaten belli ki tarantino bu konuda baya çalışmış emek vermiş. İkinci sınıf westernlerden kolaj olan bu yeni filmin çekim aşamasındayken kullanılan adı “Bastardi Senza Gloria”. “Inglorious Bastards” da bu ismin İngilizce'si oluyor. Türkçe’si de “Şerefsiz Piçler” gibi bir şey çıkıyor ki bu tam Tarantinoluk bir isim. Tabi biz “Soysuzlar Çetesi” demeye devam edelim. Fakat şerefsiz piçler adını ben daha çok sevdim. Amerika’nın Fransa köyünde! süper bir western havasında başlıyor film. İçiçe iki hikaye var. Biri Albay Hans Landa (muhteşem oyunculuğuya Christoph Waltz) önderiliğinde ailesi katledilen Shoshanna Drefyus adındaki yahudi kızın intikam hikayesi.. Diğeri ise boğazında yara izi olan (linç edilmekten kurtulmuş) Amerikalı teğmen Aldo Raine’nin(Brad Pitt) liderliğinde Nazi avlamaya gelmiş yahudilerden oluşan bir tim.Tarantino’nun rottentomatoes.com’a verdiği röportajında dediği gibi. “Daha çok ‘Ucuz Roman’a benzer bir tarzı var. Farklı hikayeleri olan karakterlerin yolları kesişiyor ve bir yöne doğru gidiyor. Hikayeler daha çeşitli fakat hepsi aslında tek bir hikayeyi anlatıyor., çünkü filme sürekli yeni karakterler dahil oluyor ve devam ediyor.” Film hiçbir yerde akışını bozmuyor sıkıyor. Ya da izleyeni kendinden kopartmıyor.Tam Tarantinoluk diyelim, hayranları anlayacaktır. Suikast yapacakları gala gecesini planlayan Alman aktrist’in bodrum katındaki bir barda buluşmaları, daha sonra tamamen bara takılan Alman aslerleri ile ilgili bir yöne gidiyor.. (Rezervuar Köpekleri’ne benzetilen sahne) Anlayacağınız üzere Tarantinı bütün filmlerindeki deneyimleri bu filme katarak birşeyler yapmaya çalışmış bu yönünde bu filmi tarantino'nun değişik filmlerinden hangisi severseniz sevin bunu da seveceksiniz. Tarantinosever olarak biraz torpilli bir puan verdiğimi de söylemeliyim.Belki Tarantino'nun en yavaş filmlerinden filmi fakat en iyi 3.filmi olduğunu size söylemem gerek. İstediğin kadar beklentilerinizi yüksek tutun yılın en iyi filmi olmasa bile yılın en çok eğlendiren filmi olabilir. Zincirleme hızlı tempolu bir Quentin Tarantino filmi gibidir. Konusu 2. Dünya Savaşında geçer ama 2. Dünya Savaşı filmi değildir. Bir Tarantino filminden bekleyebileceğiniz hız, heyecan, gerilim ve şiddet unsurlarının hepsini içerir. Ancak bunların yanısıra daha önce hiç görmediğimiz bir ana teması vardır. Son zamanların en iyi filmlerinden biri. İyi seyirler...

Öldüren Kelimeler

10:47 Gönderen dexter_fernando



Şimdi zombi filmi az incelediğimi fark ettim. Bu yüzden yeni vizyona giren İstanbul film festivalinde Gece yarısı çılgınlığında izlediğim Öldüren Kelimeler filmini incelemek istedim. Son derece başarılı bir film ile karşı karşıyayız. Konusu itibarıyla The Signal (Tv yayınından yayılan sinyalle insanların şiddet dürtüsünün tavan yapması ve milletin birbirini öldürmeye başlaması gibi konuya sahip düşük bütçeli bir yapımdı) ve aslen Stephen King'in The Cell (Eli Roth tarafından sinemaya uyarlanacağı rivayeti mevcut) romanını (konu kısaca telefondan yayılan bir virüs'ün insanların zihnini etkileyerek saldırgan, temel dürtüleri ile hareket eden ve düşünceden yoksun zombiler haline getirmesi) çağrıştırıyor. Pontypool orjinal adındaki filmden aslında pek birşey beklemiyordum. Zaten festival filmi olduğu çin çoğu kişinin beğenmeyerek yaklaştığını biliyoruz. Fakat Kanlı Kontes gibi sevdiğim festival filmlerinden biri oldu. Belki hakkı olan gişe başarısını göremeyeceğiz. Konusu birr kaç filmde değinilmiş fakat adı ve konusu ilginç olduğu için gidip izlemenin gerektiğini düşündüm iyiki de böyle düşünmüşüm. Konusuna değinilmek gerekirse; Radyocu Grant Mazy, bir kez daha büyük şehir radyolarından kovulmuş ve Pontypool kasabasının tek kilisesinin bodrumundan yayın yapan CLSY Radyo’da sabah programı yapmaya başlamıştır. Yoğun kar fırtınası sebebiyle okul otobüsünün iptal edilmesiyle başlayan her zamanki sıkıcı Pontypool günlerinden biri, birdenbire kâbusa dönüşüverir. İnsanların acayip cümleler kurarak korkunç şiddet olaylarına giriştiği yönünde bir yığın tuhaf söylenti yayılmaya başlamıştır. Ancak olan bitenle ilgili hiçbir resmi haber yoktur. Acaba bütün bunlar gerçek midir?

Çok geçmeden kendilerini radyo istasyonunda bir tür tuzağın içinde bulan Grant ve küçük CLSY ekibi, kasabayı hükmü altına alan bu cinnetin İngilizceye yayılmış bir virüsten kaynaklandığını kavrarlar.Kurtarılma ümidiyle yayını sürdürürken aslında acaba radyo dalgalarıyla virüsün bütün dünyayı ele geçirmesine yardım mı etmektedirler?
Değişik bir zombi filmi fakat zombi filmi olarak adlandırılsada tam bir zombi filmi değil, 28 gün sonra gibi... Çoğunlukla bizim vatandaşlarımızdan olumsuz yorumlar almış. Düşük bir bütçe ile az kişiyle çekildiğinden bahsetmiş, unutulmamalı ki bir film yüksek bütçe veya çok oyuncu ile güzel çekilmez. Siz Mumya 3 gibi yüksek bir film çekersiniz fakat başarısız olur. Bir filmin bütçesinin azlığı ve oyuncunun kadrosunun sayısı ile eleştirmek doğru değildir. Diğer kötü eleştiriler ise filmden pek birşey anlamadıkları konusunda, peki neden anlamıyoruz? Sen hayatında ne kadar kitap okudun ilk önce böyle yorum yapan bir kişiye bu cevabı vermek gerek diye düşünüyorum. Bunun dışında filmin bir devamının geleceği de kesin... Sanatsal bir eleştiri. Çoğu zombi filmlerinde olmayan birşey... diğer bir yorum ki bu zombili ve kanlı filmleri görmek istemiyorum daha mantıklı korku filmi arıyorum. Allah aşkına korku filminde mantık aranır mı? Nasıl bir toplum olmaya gidiyoruz anlamıyorum ki. Korku filmi denilen şeylerde mantık aramayacaksın. mantıklı film arıyorsan dram veya romantik türlerinde film yap. O kadar saçma yorumlar yapıyorlar ve sanki korkunun alt türlerine hakim gibi duruş sergiliyorlar. Burdan onlara gelsinler msnede birlikte tartışalım. Hoydi Meydan... Yani Imbd 7.0 alan bir film türk sinema sitelerinde 3.0 lara düşmesini anlamıyorum. Türk toplumu olarak kültür açısında diğer dünya ülkelerini yakalamak için daha çok uğraşmamız lazım. Mantık arayacakları son filmlerden olmalı zombi filmleri.Bu tip film ler bitsinmi istiyorsun kendi hayatında bitirip izlemeyebilirsin.Film güzel olur yada olmaz o ayrı konuda eleştirmeyi bilmemek bambaşka bi konu.Zaten sevmiceniz filmleri izleyip niye sevebilecek insanları yanlış yönlendiriyosunuz bari susunda herkez ön yargısız izleyebilsin...Bu gibi yorumları seviyorum ama... Tavsiyem bol, bol kitap oku ey türk halkı...

Gerektiği Gibi

18:16 Gönderen dexter_fernando

Sayın pek değerli takipçilerimiz...

Biliyorsunuz ki sitemiz çok dikkatli ve son derece düzgün bir blog olmaya çalışıyor. Son yazımızdaki Murat Özkan'ın ironik yorumunu eklemem ve ona katılmam yüzünden tepkiler alındı. Bu yüzden sorumlu yayıncılık ilkesine uyarak özür dilediğimizi bildirmek istedim. Gerçekten bir açıklamaya gerek olmayan bir konudur. Twilight daha öncede neden sevmediğimizi düzgün bir dille açıkladık. Tabii Twilight hayranı kızların yazdıkları çoğu türkçeyi katleden ve küfürlü yorumları yüzünden bloglarımız sıkıntı çekiyor. Yorumlarını silmekten benim gibi korku blogları yapan arkadaşlarımda şikayetçi, beni anladığınızı umuyorum. Fakat Murat Özkan'a katılma sebebimi de yazıyorum. Böyle ne dediği anlaşılmadan yazılan bir dille ve küfürlerle türkçeyi satan ki ben bu satma olarak adlandırıyorum. Yarın bu ülkeyi satabilir. Tabii bunun üstünde pek durmak doğru değil burası bir siyaset blogudur. Bettra gibi düzgün bir türkçe ve küfür etmeden yorumuma katılmayanlar olursa yorum yapsınlar saygı duyarım. Fakat türkçeyi o kadar çok katledilecekler ve küfür edeceklerse bunun yeri burası değil. Tabii onlara kızamıyorum. Hayran kitlesi küçük olunca bunlarıda yaşıyoruz. Bu açıklamadan sonra hepinizin bizi anlayacağını umuyorum. Saygılarımızla...

Beneaththeground Ekibi

Günümüzün Korku Sineması(Muhteşem Geri Dönüş)

21:10 Gönderen dexter_fernando

Günümüze gelmeden önce korku sineması şöyle baştan sona bir incelemek lazım diye düşünüyorum. Büyük ihtimal korku sineması deyince aklınıza eskiden izleyip beyinlerinizin bir yerlerinde yer edinen filmler, hikayeler ve yönetmenler geliyor. Korku filmlerini neden izleriz? Neden korku edebiyatının her örneğine kütüphanemizde bir yer ayrırırız? Bunu çok azınız düşünmüştür eminim… Sanırım insanlar, konformizmin ve güven ortamının onlara hiçbir zaman vaat edemeyeceği ayrıksı yaşamları (serüvenleri), aynı ortam içerisinde solumak istiyorlar. Ne dersiniz?
Hoş! Kapitalizm ve enstrümanlarının geldiği şu noktada, perdedeki eli bıçaklı ve maskeli birkaç cani o denli masum duruyor ki! Fakat eminim ki gerçekten sizinden ilginizi çeken hesas korku sineması dönemi video kaset furyasıydı. Çoğu korku kültü örneklerine tanışmamıza vesile olan şeyden bahsediyorum. Unutmayın yaratılışımızdan öncede korku vardır. Korku en eski duygulardan biriydi. Aşktan önce de korku vardı. Şimdi dünden bugüne korku sinemasında yer edinen filmleri ve çığır açan alt türler arasında bir gezintiye çıkalım ne dersiniz?

‘Sleepaway Camp’ (1983) / Robert Hiltzik
13.Cuma’dan daha başarılı olmasına rağmen reklamı iyi yapılamadı. Sleepaway Camp teen Slasher(gençlerin doğrandıkları filmler)’ın başarılı örneklerinden biri kesinlikle çöp bir film d unla başlamamın sebebi büyük ihtimal 13.Cuma filmini pek sevmemem olabilir. Fakat bu filmden son derece beğenerek izlediğim yapımlardan biriydi. Bazılarına göre tamamen 13.Cuma kopyasıydı. Kimine göre 13.Cuma’nın yaratıcısıydı. Kimine göre eğil eğer türün meraklılarınsansanız. Yeni bozulmuş remakelerden daha başarılı bir yapım.

‘Scream’ {Çığlık} / Wes Craven, 1996 Teen Slasher’dan konuya girince doğrudan bu filmin Teen Slasher için önemini anlatmam gerektiğini düşündüm. Scream kesinlikle başarılı bir film. Ne kadar kendi türünle dalga geçmeye çalışsada unutulan Teen Slasher türünü 90’larda bizi hatırlatan bir yapım. Hele başarısız ve bir o kadar sakar ghostface’i kim unutabilir. Kesinlikle ilk bölümü büyük bir keyifle tekrar ve tekrar izlenebilir.

The Texas Chainsaw Massacre “74″
O ne kadar Teen Slasher’ların atası olarak kabul edilsede ben onu katkısız bir korku filmi olarak kabul ediyorum. Yine İzlenmesi gereken Teen Slasher filmlerinden biri. Ed Gein’den esinlenerek yaratılan Deriyüz’ü ve onun bir o kadar manyak yamyam ailesini unutacak kaç kişi var ki bu filmi izledikten sonra… Testereleri ve matkapları korku filmlerinin favori silahları haline getiren harika bir yapım daha…

Kuzuların Sessizliği
Ve unutulmaz seri katil filmlerinden biri daha Hopkins’in mutheşem performansı ile göz doldurduğu son derece zeki bir gerilim filmi başarısız polisiye gerilimlerinden çok daha farklı bir film. Hannıbal karakterini sinemanın psikopatları arasında unutulmaz yerlere kadar getirmiştir.

‘Elm Sokağı’nda Kabus’
We Cravenden unutulmayacak bir teen Slasher örneği kesinlikle türünün en iyilerinden biri. Freddy karakterini ölümsüzleştiren bu da yetmiyormuş gibi çok sayıda devam filmi çekilmesine rağmen eski tadını kaçırmadı. Komik korku furyasını başlatan başlıca filmlerdende biri diyebiliriz.Aslına bakılırsa Teen Slasher’ların doğuşu 1960-70’lerdeysi. Ondan önce yapılan bir çok vampir filmi başarılı olmamıştı. Fakat Soldaki Son ev ve Şeytan son derece başarılı olmuştu. Ve sonunda 1970’lerin sonunda Teksas Katliamı kadar gaddar ve acımasız bir film olan Halloween orataya çıktı. Ve baya da güzel bir hasılat elde etti. Çoğu kesimden dinci tepkileri alsa da devam filmlerinlede para kazandıran bir Slasher kültü olacağının sinyallerini verdi. Son zamanlarda Rob Zombie’ninde başarılı bir katil yaratmasıyla Remakeside fena değildi. Tam da İstismar sinemasının sonlarında slasher akımları başladı. 13.Cuma bunların en başındaydı. Ve son derece Halloween esinlenmesi olarak görülsede sonradan devam eden serisiyle fanlarını artırarak kendini Halloween gibi kült sınıfına çıkardı. Teen Slasherlar durmadılar 13.Cuma gibi kampta geçen çöp filmler yapıldı. Bunların arasında çok düşük bütçeyle yapılan The Burning vardı. Ne kadar ucuz makyaj ve efektler kullanılsa da çok başarılı yapımlardan biriydi. Ondan sonra bir süre kurt adam filmleri çekilmeye başladı. Özellikle kült olan Howling ve Kurt Adam filmleri kült sınıfları içine girdi. Tam o sırada Halloween 2 gelerek yine Slasher filmlerini gündeme getirmeye başladı.

Ve işte yavaş, yavaş modern korku sineması başlamıştı. Slasher’larda bunların öncülerinden biriydi. Pirana 2 ve Cinnet filmlerinin gelmesiyle çöp filmlerinin ve modern korku sinemasının asla sonu ermeyeceğini anladık. Fakat 13.Cuma bölüm 2’de Halloween filmine misilleme yaparak onunla bir yarış içine girene denk, sonrası bu fikrim yıkıldı. Ve Slasherların mücadelesi başladı olarak düşündüm. Artık o hayalini kurduğum modern korku sineması yerine ticari amaçlı filmlerin geleceğini düşünüyordum. “The Evil Dead” yine bu yıl vizyona konuldu. “Night of the Living Dead” ve “The Exorcist”ten esinlenen bu filmde, bir grup genç eski bir kitabı okuduktan sonra ormanlık alanda bir kabine saklanmış ve şeytani ruhları ve zombileri çağırmışlardı. Son derece düşük bir bütçeyle yapılan bu film tüm zamanların en başarılı korku filmlerinden biri olmayı başarıp çok ciddi bir hasılat yapmıştı. 1983’te bir çok devam nitelikli korku filmi yapıldı ve başı sonu 5 dakika süren aldatıcı üç boyutlu (3D) modası ile hasılat toplamaya başlandı. Bu filmler arasında “Ammytiville 3D”, “Jaws 3D” ve Friday the 13th Part 3D” bulunuyordu. Bunların tümü hemen hemen anlamsız kurgulara sahipti ve yalnızca üç boyutlu film isteyen seyircilerin açlığını bastırmak için fabrikasyon tarzında üretiliyorlardı. İçlerinde Eli yüzü düzgün tek 13. Cuma bölüm 3 vardı. Ne kadar üç boyuta kaçmaya çalışsada efsaneyi bozmadan devam ettirmeye çalıştılar. “Psycho 2” de bu yıl vizyona girdi. Başrolünde yine Anthony Perkins vardı. Orijinal filminin kurgusunu devam ettiriyordu. 22 yıl kadar sonra, Norman Bates akıl hastanesinden çıkıyor ve kendi eski motelini yeniden açıyordu. Ayrıca, John Carpenter üçüncü bir Halloween filmi çekti. Bu filmin adı ise “Halloween 3: Season of the Witch” idi. Fakat nedense 13.Cuma ile yarışmaktan korkmuş olacaklar ki Slasher’dan uzaklaşarak serinin en anlamsız devam filmiydi. Michael’i bu filmde kullanmadılar bile. Fakat hasılat beklentilerin çok altındaydı. Ve bende hiç beğenmemiştim.
1983, aynı zamanda tüm dünya’da ahlaki bir paniğin yaşandığı yıl oldu. Aniden, filmlerin video kasetlere çekilmesinin tabi olduğu herhangi bir yasa olmadığı keşfedildi. Bu nedenle, küçük dağıtımcı şirketler raflarını her türlü küçük bütçeli korku filmleriyle doldurmaya başladılar. Bu filmlerin çoğu daha önce sinemada yasaklanan filmlerdi. Buna tepki olarak, hükümetler yasaklamayı istediği filmlerin listelerini çıkardı. Daha sonra, 1984’de, onaylanmamış kasetlerin ticaretini yasakladı ve ev videoları için sert sansür yasaları getirdi. Ki ben bunun son derece yanlış olduğunu düşünmekteyim. Sonrası 13.Cuma 4. Bölümüyle devam etmeye devam etti. Anladım ki daha yapımcılar altın getirecek bu kazları yolmaya devam edeceklerdi. Korku komedilerinde başarılı yapımları ortaya çıkıyordu. Hayalet Avcıları filmi gibi… Zombilerin ortadan kaybolduklarını düşündüğümüz bir anda en sevdiğim yönetmenlerden biri olan George A. Romeo’un Ölülerin Günü patlak verdi. Çok, çok başarılıydı. Slasherların yükselişine bir son verilmeliydi. Fakat o zamanlarda yapılan korkunç komiklerden biri olan Return of the Living Dead/Yaşayan Ölülerin Dönüşü sert bir yumruk çaktı. George babalarımızın zombilerine… Ve 13.Cuma şımarık gençleri ve ona ahlak dersi veren hokey maskeli katili devam filmlerine devam etmeye başladı. Elm Sokağıda bir devam filmi çekerek bu savaşa kendininde katıldığını açıkladı. Bilimkurgu/ Korku filmlerinin geri dönüşü başlamasa bile bir hareketlenme yaratan Sineği ve onun devamınıda gördük. Son derece harika filmlerden biriydi. Devam niteliğinde birkaç film daha yapıldı. Bunlardan biri, yine Anthony Perkins’in başrolünü oynadığı “Psycho 3” oldu. Bunu “Phantasm 2” izledi. Bu film 9 yıl kadar sonra çekilmekle birlikte ilk filmin hemen ardından vizyona konuldu. Ayrıca, hayal kırıklığı yaratan “Poltergeist 2” bu yıl gösterime girdi. O da yetmedi. Başarısız devam filmlerinden biri olan Howling 2’yi gördük. Fakat Slasher savaşının devam ettiği unutmaya çalışırken 13.Cuma 6.bölümüyle bize yuh artık çektirmeye yetti. Seri halen kendini izletebiliyordu. İşte bu şaşırtıcı gerçeklerden biriydi. Ve savaşa sert bir rakip daha katıldı. Teksas Katliamı 2 geldi. Koşarak aldığımı hatırlıyorum. Son derece sertti. Belki de günümüzün sert gore filmlerini gören bir yapımdı. Bilimkurgu filmlerin tek tuk gelirken Yaratıklar yaratık serisinin ikinci filmide geldi. O kadar çok devam filmi gelirken bunun gelmemesi beklenemezdi. Sam Raimi, aynı yıl içinde “Evil Dead 2”yi piyasaya sürdü. Kısmen devam, kısmen yeni yapım olan bu film, orijinal “Evil Dead” filmini takip ediyordu. Gore sinemasıda yavaş, yavaş inşa ediniyordu. Elm Sokağı 3. Bölümüyle devamını sürdürdü. Son derece iyiken bir o kadar gereksiz Jaws 4 çıktı birde ortaya… Ve eş cinsel dini yazar Clive Baker’in Hellraiser’i ortalığı karıştı. Fantastik bir korku hikayesinden çıkan bir Slasher özentisine döndü. Ve zaten güçlü örneği olan Slasherlar savaşına katıldı. 1988’de, Jason, Freddy, Pinhead, Michael Myers ve bir çok diğer karakter devam nitelikli yeni filmlerle yeniden beyaz perdede görüldü. Ve durmak bilemeyen 13.Cuma devam etmeye devam ediyordu. Artık 7. Bölümde gelmişti aralarına…

Elm Sokağıda durmadan 4.bölümünü çekti. Hellraiser devam filmini çekerek savaşta geri kalmamaya çalıştı. Sonra Halloween tam unutuldu derken yanlıştan dönerek Halloween 4.bölümüyle Michael’i geri döndürdü. Ve bir Slasher’ın doğuşuna artık az kalmıştı. Katil Bebek Chuck aramıza katıldı. Son derece keskin bir mizaha sahip Çocuk Oyunu savaşa bomba gibi düştü. Savaş artık iyice kızışmıştı. Ve bundan sonra sırasıyla Elm Sokağı 5. Bölümlerini, Halloween 5. Bölümlerini, 13.Cuma 8. Bölümlerini, Amityville 4. Bölümlerini yarattı. Ve böylece 80’ler devri kapandı. Ve yep yeni 90’larda savaşın dineyeceğini düşünmeye başlayan çok sayıda insan oldu. Fakat 90’ların başında çıkan Örümcek korkusundan sonra Slasher savaşının bitmesinden yararlanırcasına ikinci bir savaş çıkarmak isteyen iki film ortaya çıktı. Teksas Katliamı 3 ve Çocuk oyunu 2 gibi. Bu arada başarısız Sapık 4’te para kazanmak istiyordu. Ve modern korku sineması atağa geçti. Kuzuların Sessizliği ve Korku Burnu hızla korku sinemasına gerçek yüzünü göstermeye çalıştılar. Fakat Elm Sokağı bir bölüm daha çıkartmadan duramadılar. Bunun altında kalmak istemeyen Chucky Çocuk Oyunu 3 ile savaştan geri çekilmeyeceğini ilan etti. Ve Dracula geldi karşımıza başarılı filmlerden biriydi. Çok beğenmiştim. Nerden bilecektim vampirlerin günümüzde rezil edileceğini… Sonra Yaratık 3’devam etti. Bilim kurdu/Korku türüne ait olsa da kendini Slasherlarla savaşırken bozdu. Şeker Adam ortaya çıkınca Clive Baker’ın hikayelerinden daha bir çok Slasher savaşına gireceğini anlamıştık. Bir diğer geri dönüş ise Pinhead’in “Hellraiser 3 : Hell on Earth” ile dönüşü oldu. Yönetmen Wes Craven, en yeni filmi “The People Under the Stairs” adlı son filmini yine bu dönemde vizyona soktu. Bu film yönetmenin “Nightmare on Elm Street“den sonraki en başarılı korku filmi oldu. Sam Raimi, “Evil Dead” serisinin üçüncüsünü “Army of Darkness : The Medievil Dead” adlı filmle piyasaya geri döndü. Jason ise, “Jason goes to Hell : The Final Friday” adlı filmde kendini çok güzel rezil etmeyi bildi. Sonra Amityvile devamını sürdürürken bir devam edecek karga serisi ortaya çıktı. Tam bu sırada Wes Craven Freddy öldürmek için geri getirdi. Ve Teksas Katliamı 4. bir bölüm daha çekerek kendini rezil etti. Tam bu sırada Phantasm 3, şeker adam 2 kendilerini rezil ederken… Çığlık bir bomba gibi patladı. Slasher filmlerine akıllanın dercesine ne kadar saçmaladıklarını anlatmak için slasher türünle bir güzel dalga geçti. Fakat buna rağmen kendine bir hayran kitlesi kazandırdı. Ve o da aynı hataya düşerek devam filmlerini çekti. Halloween ders almadı ve 6.bölümünü bile çıkardı. Hellraiser 4.bölümünle daha daha rezil etti kendini ve benim kalbimi kırdılar.Son derece başarılı, fakat aynı zamanda tuhaf “From Dusk Till Dawn” adlı filmde ise George Clooney ve Quentin Tarantino vampirlerle savaşıyordu. Ayrıca, bir diğer Steven King romanı da, başrolünde Robert Burke’nin oynadığı “Thinner” adlı filmle uyarlanarak beyaz perdeye geliyordu. Slasherlar belki bu kadar saçmalamaya devam etselerdi. Asla izlemeyecektim. “I know what you did Last Summer/Geçen Yaz ne yaptığını biliyorum” filmi, çığlık ilhamlı peş peşe filmlerden yalnızca biriydi. Filmin yazarı bile Çığlık ile aynı, yani Kevin Williamson idi. Bir diğer benzer türde dolaylı korku filmi olan “Wishmaster” da, şeytani mitsel bir karakter olan Djinn (cin) üzerinde odaklanmıştı. Bu sırada bashetmek istemediğim bir çok kötü film çıkmıştı. Ve günümüz sinemasının ne şekil alacağını bile artık tahmin edemiyordum. Phantasm ve halloween devamlarını sürdürdüler. Chucky’i de suskunluğunu bozduk. Geçen yaz ne yaptığını biliyorumda devamını getirmeyi bildi. Fakat sadece el kamerasıyla çekilerek yaş sınırı almamasına rağmen bedavaya gelen Blair Cadısı filmi insanları korkttu. Çünkü herkes tarafından gerçek bir olay olduğundan bahsediliyordu. Devamı başarısız olsa bile hasılat rekoru kırdı. Bunun dışında değinmediğim bir çok başarılı film var. Özellikle toplum açısından deney veya tez olarak kabul edilecek filmler çok sayıda yine de günümüz sineması çok değişik bir hal aldığından bahsetmek istiyorum. Yine de merak ediyorsanı şöyle diyeyim günümüz sinemasında yine çok sayıda slasher var fakat bunların çoğu remake(Yeniden Çevrim) ve çoğuda başarısız. Çok sevilen filmlerin çoğunundan görüntü kalitesi ile ilgisi yok sen zaten hakkınla bir film çekersen o başarılı olacaktır. Fakat günümüzün korku sinemasında 70’lerin İstismar Sinemasına yakınlaşma var. Gore adını verdiğimiz tür şuan yükselişte(kanın oluk, oluk aktığı filmler) Son zamanlarda Fransız dehşet sinemasında bunu görüyoruz. Özellikle başarılı örnekleri Sınırda, İçerde, Yüksek Tansiyon ve Her Gün Başka Bela… Eskiye bakarsak Mezarına Tüküreceğim, Soldaki Son Ev, Tepenin Gözleri, İki Bin Manyak… Fransızlar ışında dehşet sineması adına Otel ve Testere Serisini ekleyebiliriz. Testere ne kadar 2,3 ve 4. Filmleri anlamsız gelsede 5. Filmi izledikten sonra bunların çekilmesinin gerekli olduğunu anlayacaksınız. Birde bunların dışında el kamerasıyla çekilen ve gerçek bir snuff’a benzeyen snuff similasyonları var(snuff gerçek insanların öldüğü filmlerden kanıtlanmamıştır. Bir şehir efsanesidir) Fakat Sinemada korku filmi olarak adlandırılan bir Alacakaranlık serisi var. Vampir ve kurt adam mitlerinin içine sıçan filmler bunlar biz bu filmi sevmeyenler nedenlerimizi uzun, uzun anlatırken bu seven çoğunlukla kızlar türkçeyi katleden mesajlar veriyorlar.Reklam olmasın diye bir arkadaşımın sitesinde yazdığı ironik yorumunu eklemek istiyorum. “yiaaaa effeet şok güsel bi filimmmm.. Bende hayranıyim bu filmin.. hayatımta islediğim en mükemmel aşk hikayesi. yaağni ben böle güzel aşk hikayesi islemedim duymadım pilmiorum yanee. Edward varya sarsın beni sarmalasın alsın kaçırsın beni hani hoplatsın istetiğini yapabilirrrrrr… ay ben vampirlerede inanıyorum bisim okulda bi çocuk varrrr adı berkecan kesin vampir yaane, çok karismatik aynı edwarda bensiyo. hayır yaane ben hayatımda hiç film islemediğimden bu film bence mükemmel bir film bana göre. ben hiç aşk filmide islemedim yane bundan başka. ayrıca benim beynim yok ve ben türk okullarında okumama raaamen türkçe pilmiyorum. hem banane türkçe bilmesem nolcak edward sanki türkmü? hıh! hem olsun beyine ihtiyacım yok annemin babamın çook parası var beni en güsel okullara yasdırırlar her saman. yasıklar olsunki bana ATATÜRK!!!!!ün türk gençlerine emanet ettiği bu ülke bizlere kalacak yarın öbürgün. Yaane edward gelse değil kendimi ben bu ülkeyi satarım yaneee!”

Yorumunu yapan arkadaşım Murat Özkan’ı Tebrik ediyorum.

Ve bu herşeyi açıklayan yorumuna sonuna kadar katılıyorum. Nerden 80’lerin Lost Boys ruhu değil mi? “Öncelikle bir sinema filmi değil sanki tv’de dizi izlemiş gibi hissettim kendimi. Ve şimdi daha iyi anlıyorum gençlerin bu filme neden bu kadar hayranlık duyduğunu. Aslında filme değil, filmdeki vampirlerin bu kadar ilgi çekici ele alınmış olmasına ilgi duymuşlar kesinlikle. Yani zaten filmin senaryosu o kadar zayıf ve boşluklarla dolu ki, ilgi çeken sadece yakışıklı Edward’ımız ve onun mükemmel ailesi, yaşantısı. Yani depresif, gotik, emo yada gayet normal genç bir kız nasıl istemezki böyle bir vampirle yaşamayı. (mükemmel bir aile, ev, araba, karizma) Resmen yapımcılar, senarist, yazar artık her neyse, ilgi çekici bir vampir karakteri yaratmaya çalışmışlar, gençler üzerinde etki bırakmak için ve bunu mükemmelde başarmışlar. Vampirlerin bütünnn olumsuz çirkin yönlerini çıkarıp atmışlar, yerine sanki cennetten gönderilmiş melek koymuşlar anasını satiyim. Böyle vampirmi olur çıldırtmayın beni. Vampir dediğin güneşe çıktığında disco ball gibi parlamaz, yanar, çürür, parçalanır. Yaratmış oldukları vampir karakteri o kadar vampir doğasına ters ve aykırı ki, ben açıkçası vampir sınıfına bile koymam bunları. Vampirimsi demek daha doğru olur heralde. Lütfen gençler elinizi vicdanınıza koyun böyle vampirmi olur allah aşkına. Yani bunlara vampir diyorsanız eğer siz hiç vampir filmi seyretmemişsiniz demektir. Ama doğru sizin suçunuz değil ki kayıp bir jenerasyonun çocukları olmanız. Ah keşke herşey 80′lerde ki gibi kalsaydı. Nerde o “The Lost Boys” ruhu nerdeeeee… Filmdeki efektlere hiç birşey demiyorum. En ucuz tv dizilerinde bile çok daha iyi efektler kullanılıyor artık. Film boyunca aklıma takılan bir sürü soru vardı, senaryodaki boşluklardan doğan. Spoiler için bu mantık hatalarını söylemiyim yoksa bütün filmi anlatmak zorunda kalırım. İkinci devam filmi ise finaldeki KABAK gibi apaçık gönderme ile belli olmuş oldu. (kızılderili çocuğumuz ile edward’ın karşılaştığı sahneden, ben ikinci filmin bütün senaryosunu çözdüm şimdiden) Yani kısacası Twilight bir sinema filmi değil, Dawson’s Creek ayarında bir tv dizisidir bana göre. Bu kadar büyütülmesinde ki tek ama tek neden filmin kendisi değil, filmdeki vampirlerin nasıl ele alındığıdır. Böyle janjanlı vampir olmaz olsun. Gençlerin beyinlerini yıkıyorlar, kandırıyorlar sosyete vampir imajı ile. Zombileri bu yüzden seviyorum işte. Neyse o! Yalan dolan yok! Öyle güneşe çıktıklarında da parlamıyorlar ayrıca. Tek dertleri et ve beyin. Hadi iyi geceler…” Murat Özkan’ının bu açıklamalarındanda anlaşılacağı üzerine Alacakaranlık seven bu kızlara bu ülkeyi asla teslim etmem… Siyasette çektim. Ama türk kızları bu kadar salak olamazlar. Beni böyle konuşturdular ya, bravo. Ama bu durumdan çok rahatsızım. Alacakaranlık kızların gözlerini boyamaya çalışan berbat ötesi bir gençlik filmi… Tabii şimdi benim adım çok bilmişe çıkacak.

Vierges et vampires (1971)

13:13 Gönderen dexter_fernando


Vierges et Vampires ya da kulağa daha aşina gelen İngilizce ismi Requiem for a Vampire 1971 yapımı bir Fransız korku filmi. Filmin yönetmenliğini yapan Jean Rollin aynı zamanda filmin senaristi de. Jean Rollin yaptığı fantastik türde filmlerle tanınan bir yönetmen. Kendisi aynı zamanda oyuncu ve yazar. Belki de en önemli özelliklerinden birisi de ilk Fransız vampir filmine ( Le Viol du Vampire, 1968) ve ilk Fransız gore filmine (Les Raisins de la Mort, 1978) imza atmış olması. Ayrıca Rollin Fransız X-rated sinemanın da öncülerinden birisi. 1973 yılından 1980’e kadar softcore-komedilerden hardcore-pornografiye kadar sayısız filme imza atmış.

Yönetmen geleneksel Fransız ve Alman ekspresyonist sinemadan, klasik Amerikan korku filmlerinden, mizah dergilerinden, fantastik edebiyattan ve sürreal sanattan oldukça fazla etkilenmiş, yaptığı çoğu filmde olduğu gibi Vierges et Vampires’de de bu etkileri görmek mümkün. Oldukça az diyaloglar, etkileyici fakat basit bir müzik ve şiirsel bir görsellik. Filmlerinin çoğunda düşük bir bütçeye sahipken, filmin geçtiği mekan ve atmosfer onun için hep son derece önemli. Şatolar, gotik bir havaya sahip mezarlıklar, ıssız sayfiye yerleri…

İki genç kız Marie (Marie-Pierre Castel) ve Michelle (Mireille Dargent) çok iyi arkadaştır ve beraber okuldan kaçarlar. Fakat işler istedikleri gibi gitmez ve kendilerini vampirlerin ve zincire gerilmiş çıplak kadınların yaşadığı bir şatoda bulurlar. Kızlar kaçmaya çalışır; fakat vampirlerin başı kızları ısırır. Bu arada kızlar bakiredir ve aynı anda hem bakire hem de vampir olamazlar. Kızların görevi kurbanlarını ayartarak şatoya çekmektir. Bu arada Master yaşayan son vampirdir ve vampir ırkı bitmek üzeredir.

requiem-for-a-vampire2


Film oldukça düşük bütçesine rağmen, hikâyeyle bütünleşen etkileyici bir atmosfer yaratmayı başarmış. Diğer çoğu Rollin filminde olduğu gibi diyaloglar yok denecek kadar az. Kızların isimlerini bile film boyunca yalnızca bir ya da iki kere duyabiliyoruz. Ayrıca Jean Rollin’in filmlerinde sıkça yer verdiği erotizm bu filmde de var, fakat film kesinlikle içinde vampirlerin olduğu bir seks filmi değil, seks sahnelerini barındıran bir vampir filmi. Filmin bir diğer özelliğide diğer Rollin filmlerindeki sessizlik yerine hemen her sahnede o sahneyle bütünleşen ve sahneyi destekleyen piyano ağırlıklı gotik bir müziğin olması.

Filmin oyuncu kadrosuna baktığımızda filmde genç bakireleri oynayan Marie-Pierre Castel ve Mireille Dargent’i Jean Rollin’in birçok filminde boy göstermişlerdir. Exploitation severlerin kaçırmaması gereken bir film.
Kaynak:İyi Kötü Film

Dabbe 2 ilk fragman

12:38 Gönderen dexter_fernando

Drag Me To Hell (2009)

20:54 Gönderen dexter_fernando


Sam Raimi sülalece üç buçuk attırmıştı bize Evil Dead ile. İlk izlediğim zamanı hatırlıyorum da çok ciddi derecede etkilenmiştim. Derken seriye gelen devam filmleri ile kendi kendinin parodisini yapan çok ciddi bir yönetmen olduğunu anlamıştım. Bugünlerde ise kendisine olan hayranlığım Spiderman filmleri ile bir nebze sekteye uğrasa da, itibarını geri kazanacak kadar iyi bir işle, en iyi yaptığı tarza yöneldiğinden dolayı bir kere daha yükselişe geçti. Daha çekim aşamalarından beri merakla takipçisi olduğum filme ait ilk trailer’ı izlediğim zaman, doğru yolda olduğunu / olduğumu anlamıştım. Christine Brown isimli bir bankacı kızımızın bir çingeneye çatarak! lanetlenmesi üzerine olan film, konusu itibarı ile buram buram Stephen King hikayesi kokmakta. Aynı isimli yazarın “Falcı” isimli romanını okuyanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır. Fakat bu hikayede Sam Raimi hikayenin her yanını çekiştirip öyle güzel karikatürize etmiş ki, alacağınız keyifin haddi hesabı yok.

Harmanladığı korku ve komedi unsurlarını filmde bu derece dengeli kullanan yönetmen oldukça nadirken, işin ustası sayabileceğimiz Raimi bunu kendi matematiği içinde belli ki çok zorlanmadan halletmiş. Özellikle kendi filmlerinden alıntıladığı sahnelerde bariz bir ustalık gösterisi sunuyor. Özellikle kültleşmiş Evil Dead 2 fanatikleri bu sahneleri çok hızlı bir biçimde yakalayacak ve vayyy be yine yapmış yapacağını diyecekler. Eminim… Oldukça klişeleşmiş her sahneyi ters yüz edercesine bir sahnede kahkaha atabilecekken, ürpertici bir sahne geçişi ile kursağınıza kalabiliyor. Daha birçok sahneden çok daha ayrıntılı bahsetmek lazım aslında da, filmi henüz izlememiş kişilerden alacağım bedduadan çekinmiş olmalıyım ki elimi korkak alıştırdım. Filmin sizi öyle güçlü noktalardan yakaladığı anlar var ki, bunlar alttan alttan iyi yedirilmiş filme. Terfi, sevgilinin ailesiyle tanışma gibi konu başlıkları filmin içerisinde tam da Raimi’nin ağız tadına yakışır şekilde işlenmiş.

Yaratılan bu abartılı işleniş film içerisinde hiç de ucuz durmuyor. Aksine filmin kendi bütünlüğü içinde olduğundan çok daha şık durmuş. Filmin çok sevdiğim finali ise tam da olması gerektiği gibi. Hikayenin gidişatına ufak bir şaplak atan final sahnesi size doğru filmi izlediğiniz hissini sonuna kadar veriyor. Finalde ayrıca çocukça bir hevesle minik bir sürpriz yapıp Bruce Campbell görünse diye iç geçirdim ama olmadı…

Sonuç itibarı ile uzun bir süredir merakla beklediğime değmiş bir film olarak kayda geçsin. Kültleşmiş Evil Dead serisine çıkarılan şapkaların yaşattığı tarifsiz heyecana ortak olmak ve tarzın gerçekten eli yüzü düzgün bir filmini izlemek size en fazla bir vizyon tarihi kadar yakın. Mutlaka görülmeli listenize kafadan eklenebilir. İyi seyirler…

http://duslervekabuslar.blogspot.com/

Testere 6'dan İlk fotoğraf

20:47 Gönderen dexter_fernando

Saw 6/ Testere 6 filminde yayınlanan ilk kareden anladığım kadarıyla şiddet dozunu düşük tutmadan devam ettirecek gibi fakat hoffman biraz daha mı insancıl o geldi seri vahşiliğini kaybetmeye başladı. Neyse bu kareye bakarak yorum yapmak pek doğru değil. İzleyeceğiz...

20:46 Gönderen dexter_fernando

Can Evrenol ''Korku filmi festivallerinin Woodstock''unu anlatıyor!

(2 Eylül 2009) İngiltere'de yaşayan kısa filmci, sinema yazarı Can Evrenol, Londra'da düzenlenen Film4 Frightfest'i Beyazperde için kaleme aldı.

Dünyanın dört bir yanından Londra'ya festival için gelen takipçilerin oluşturduğu sıcak ortamı da hissedebildiğimiz yazı, korku türü meraklıları için iyi bir film listesi oluşturacak nitelikte. Tabi bu filmlerin çoğunu kim bilir ne zaman vizyonda ya da DVD olarak izleyebileceğiz!


CAN EVRENOL'UN YAZISI İÇİN TIKLAYIN!

7. Ödül

17:06 Gönderen dexter_fernando

Demek ki çok yaratıcı bir blogum ödüller devam ediyor. Lütfen beni şımartmaya devam edin. Neska arkadaşıma ödülü için teşekkür ederim. Sonra yeni sitemi malesef adını gerilim hattı yapamayacağım kullanıyor. Bana yaratıcı isimler söyler misiniz? Yardımlarınız için şimdiden teşekkürler :)
Ben bu mim'i bir kaç kişiye daha yollayacağım.
1- HErbirşey'e gidiyor ödül...
2-Sigara'dan ağzı yananlar
3-Bettra
4-Deuss Ex Machina
5-Mehbup
6-Blog Dergisi
7- Neslihan'a yolluyorum...

The Hitcher

19:16 Gönderen dexter_fernando


Üniversite öğrencisi iki sevgili, Grace Andrews (Sophia Bush) ve Jim Halsey (Zachary Knighton), sömestr tatilinde 1970 model Oldsmobile 442 ile heyecanlı bir seyahate çıkmaya karar verirler. Ancak bu eğlenceli ve heyecanlı seyahat, gizemli otostopçu John Ryder’ı (Sean Bean) arabalarına almalarıyla korkunç bir kabusa dönüşecektir. Grace ve Jim’i, Ryder ile ilk karşılaşmalarından itibaren giderek artan korku dolu anlar beklemektedir ve Ryder’ın kurduğu tuzaklara karşı cesurca savaşmak zorundadırlar. Ancak Ryder’ın iki sevgiliyi vahşice öldürmek için yaptığı planlar neredeyse sonuca ulaşmak üzeredir ve kana bulanan otoyolda sadece iki sevgili ve otostopçu arasında değil, New Mexico Bölge Polisi Esteridge’in (Neal McDonough) de dahil olduğu bir ölüm kalım savaşı başlar. Grace ve Jim korkularını bir tarafa bırakarak hayatları için savaşmak zorundadırlar. Konusu baştan yazdığım filmlere iyi yorumlar yaparım. Ama bu filme ne kadar iyi yorum yapacağım ben bile emin değilim çünkü ne kadar gerilimin hiç düşmediği bir filmde olsa ilki kadar kendini bize sevdirmeyecek bir remake olarak kalacak yine de ben korku filmi izlemeyi çok seviyorum diyorsanız sizi akşam evinizde mutlu edecek filmlerden biri otostopçu.Filmin her saniyesinde bir gerilim var,tamam bu yönden sizi etkisi altına alıyor... Fakat film öyle bir tempoda gidiyor ki,hep bir gizem varmış gibi,yani bekliyorsunuz sonunda hiç beklemediğiniz bir şey olacak falan ama hiçte öyle bitmeyip çok basit şekilde sonlanıyor. Yani en azından finali daha şaşırtıcı şekilde sonlanmalı idi,yoksa hep bildiğimiz gerilim türü şeyler... Ne kadar ilk filmin hikayesini bilsem ve ilk filmi izleyip sevsemde keşke sonu daha değişik olsaydı diyorum. Bu yüzden bu filmi aldım. Belki ilk filmin eksikleri düzeltilir diye ama sadece vahşet gösterisini bir adım öne götürmeye çalışmışlar. Bunun dışında oyunculuklar çok güzel katil rolünü oynayan aktör bu rol için çalışmış. Hiç eksiği yok sonu daha güzel olsaydı. Bu oyunculuklarda boşa harcanmazdı. 1986 yılında yapılan"Otostopçu" filminin baş rolündeki kahraman 1 erkek'ti. *2007 yılında yapılan "Otostopçu" filminin baş rolündeki kahramanı ise 1 kız'dı. *1986 yılında yapılan "Otostopçu" filminde baş rol oyuncusu 1 cafede tanıştığı kız ile kaçan ve kovalananlardı. *2007 yılında yapılan "Otostopçu" filminde baş rol oyuncusu olan kızın sevgilisi olan erkekle film seyrini devam ettirdi. *1986 yılında yapılan "Otostopçu" filminde finalinde 2 tır arasında ellerinden ve ayak bileklerinden bağlanan kişi başrol oyuncusunun cafede tanıştığı kız arkadaşı idi. *2007 yılında yapılan "Otostopçu" filminin finalinde 2 tır arasında ellerinden ve ayak bileklerinden bağlanan kişi başrol oyuncusunun birlikte yola çıktığı erkek arkadaşı idi. *Ve son 1 dipnot her 2 film de her ne kadar oyuncular farklı olsa da filmin geçtiği bütün sahneler hep aynı bölge idi. Dipnotlarda belirtiğim gibi bu kızın kullanımı gayet iyi çünkü gerilim artıracak bir değişim olmuş. Oraya bir erkek yerleştirilseydi. Daha güçlü bir karakter olurdu. Ama bu kadın karakter zayıf fakat azimli bir karakter onun başına gelecekleri daha çok merak ediyoruz. Sonuçta bir kadın olarak şiddette uğraması kötü bir durum olduğundan eminim ki katilin tarafını tutmuyorsunuz. Bu da filmdeki karakter ile kendinizi özdeşleşmenize yardımcı oluyor. Şüphesiz yol filmleri çekilmeye devam edecek ve şüphesiz biz onları yine izleyecek ve çoğunu da seveceğiz. Kim bilir, belki de ileride, bu filmlerin neden bizde ayrı bir yeri olduğunun sebebini buluruz… Otostopçu başarılı yol filmlerinden biri kesinlikle zaman kaybı değil fakat kesinlikle harika bir filmde değil.
"Yolculuk sadece birinin hayatında bir metafordur ve birinin hayatı sadece bir yolculuktur. Yolculuk filmleri en eski hikaye formlarından biridir.Homer'in Odyssey yolculuğu gibi tıpkı." Diyor Jim Jarmusch. Haklılığı su götürmez bir gerçek. Yol filmleri kesinlikle ilgi çekici filmler... Teksas Katliamı havası verecek mekanlar, sapık havası verecek bir katil.

J.L. Godard'ın Son Filmi 'Socialisme'den Görüntüler

13:05 Gönderen dexter_fernando

GODARD SOCIALISM from fabrizio del dongo on Vimeo.

Leos Carax'ın Son Filmi 'Tokyo'nun Fragmanı

12:59 Gönderen dexter_fernando

TOKYO! The Official Movie Trailer - Michel Gondry, Leos Carax and Bong Joon-ho from micfsk on Vimeo.

Kunio Kato'nun 'The Diary of Tortov Roddle' İsimli Filmi

18:42 Gönderen dexter_fernando

Kunio Kato'nun 'The Apple Incident' İsimli Filmi

18:41 Gönderen dexter_fernando

Not: Seni Seviyorum

14:33 Gönderen dexter_fernando


Yönetmenliğini Richard LaGravenese'in yaptığı Cecilia Ahern'in aynı adlı romanından ('P.S. I Love You') uyarlanan "Not:Seni Seviyorum", aşkın insan hayatındaki ölümsüz yerine değinen tipik bir romantik film. Hem komik, hem hüzünlü… Sizi güldürürken hüzünlendiren, hüzünlendirirken birden kahkahalarla gülmenizi sağlayan hoş anlar barındırıyor içinde. Üstelik İrlanda'nın yemyeşil doğa görüntülerine yer vererek mekân çalışmasıyla da izleyenlerin gözlerine ve duygularına hitap etmeyi biliyor. Film adını, Gerry'nin Holly'ye yazdığı ve belirli aralıklarla Holly'ye ulaşan mektupların son notundan alıyor. Gerry, Holly'ye yazdığı mektuplarda geçmişleriyle, hissettikleriyle ilgili duygularını anlatıp, Holly'den yapmasını istediği şeyleri söyledikten sonra hep not düşüyor mektubun son satırına; "seni seviyorum" diye. Bu mektupların neden yazıldığını filmin gelişimini açık etmemek için detaylı olarak yazmıyoruz. Ancak Holly'nin bu mektuplardan öğrendiği şeyler çok önemli: yeniden yaşama sarılmak ve kendi hayatına sahip çıkmayı kabullenmek… Bu yönüyle mektupların amacına ulaştığını söylemek mümkün. Burada özellikle geri planda kalan ama kızının hayatında etkin bir rolü olan anneyi anmamız gerek. Anne Patricia rolüyle Kathy Bates, filmin hoşluklarından biri.
Filmde bir güzel mesajda; ölümün her zaman yanı başımızda olduğu, birden tüm bu rüyanın bitebileceği, hazırlıklı olmamız gerektiği anlatırken, “Gerry” karakteriyle de,
Ölümün, aşk-sevgi gibi manaların yanında önemsizleştiğini bir insanın-sevgilinin ölüme giderken, ölümü hiç düşünmeyip arkasında bıraktığı yakını- sevgilisi için duyduğu kaygısını,sorumluluğu geride kalanın mutlu olması için yaptığı çabayı bize göstererek işte sevginin ve aşkın tanımı diyor. Ask adına hepimizin hayatında olmasi gereken boyutuyla ve gercekçi bir bakış açısıyla ele alınış bir film. Hillary Swank her zamanki gibi bebeksi yüzüyle beraber çok iyi bir oyunculuk çıkarmış. Beni şaşırtan ise Gerry Buttler'in bu saate kadar keşfedilmemiş olmasıydı. çok iyi bir sahne ışığı ve pozitif bir görüntüsü vardi film boyunca. En duygusal anınızda bile size güç veren bir adamı iyi canlandırmıs. Aşka halen inanıyorsanız izlemeniz lazım. Daha çok genç bayanlara hitap eden bir filmde olsa gerçek aşkı güzel yansıtan başarılı bir film olduğu için erkeklerede hitap eder. En iyisi sevgilinizi ya da eşinizi alın açın ve romantik dakikalara dalın. Tavsiyemdir eşimle birlikte sıkılmadan izledik.

6. Ödül

20:50 Gönderen dexter_fernando

http://4.bp.blogspot.com/_9grQOhcE0V8/SpUGYenHedI/AAAAAAAAASk/tOrf3SQ8sAo/s320/kreativ.jpg
Sonunda 6. ödülümde geldi. Bana şimdiye kadar ödül veren arkadaşların hepsine teşekkür ediyorum. Ayrıca böyle bir konu açmışken size mutlu bir haberide vermek istiyorum. Zombilerim ve ben yeni bir domain ve hosta taşınma kararı aldık. Biliyorum hepinizi çok seviyorum. Eminim sizde beni seviyorsunuz. Ama unutmayın ayrılmayacağız ki yine beni takip edeceğinizi biliyorum. Edeceksiniz değil mi? :( Neyse sitenin ismi olarak gerilimhattı iyi olacak diyoruz. Oğlumun tavsiyesi üzerine... Tabii sizlerinde fikirlerini öğrenmek isterim. Tema olarak Revolution Two Lifestyle temasını temel olarak alacağım. Bunun dışında sitemizin hizmetleri ve misyonları değişmeden devam edecek ancak yazar kadromuz olacak. Şu an bize kadir, Bettra, Fatih ve Benay arkadaşım yardım edeceğini ve yazarlar kadrosunda olacağını söyledi. Sizde istiyorsanız konu altına yorum yaparsanız memnun olurum. Genellikle korku sineması ve korku edebiyatı üzerine yazacağız. Unutmadan İçten Chan arkadaşımıza da korku animelerinle ilgili yazacağı için şimdiden teşekkür ederim. Son olarak yeni domaine geçince bağlantılarına ekleyen arkadaşlar yeni adresime de yer verirlerse sevinirim. Bu mimi daha önce yollamadığım bir kaç adrese daha yollayacağım...

1-Şeker kokulu Doğa
2- İçten Chan
3-Paranoyak Satırlar
4- Pisikopatın İtirafları
5- İyi Kötü Film
6-Sinema haber ve Kritikleri
7- Fikrin Ne?






2012'den Dehşet Sahneler

16:56 Gönderen dexter_fernando

Mayaların takvimine göre dünyanın sonuna 1211 gün kaldı!

(27 Ağustos 2009) 21 Aralık 2012'de kıyametin kopacağına inanan Maya inanışından yola çıkılarak yapılan film 2012'nin de -21 Aralık 2012'ye bu kadar az zaman kalmışken- vizyona girme tarihi yaklaşıyor. 13 Kasım'da Amerika'da vizyona girecek filmin, çeşitli görselleri dağıtılmaya başlandı. Yalnız bu korkutucu görüntüler nefesinizi kesebilir!

Birinci afişte Rio de Janeiro'daki Christ The Redeemer Statue'nün (Koruyucu İsa Heykeli) yıkılışının tasviri yapılmıi. İkinci afişte, şimdiye kadar oluşan en büyük tsunami ile çok büyük bir uçak gemisi olan 'USS John F. Kennedy'nin Washington D.C.'deki White House'u yok etmek üzere olduğu görüntü var. (Dipnot düşersek, White House'un uzunluğu 168 fitken, bahsedilen uçak gemisinin boyutu 1000 fittir.) 3. afişse Los Angeles'ın yok olduğunun kanıtıdır.

2012'ye dair Maya inanışı her çevrede tartışmalara sebep olurken, Roland Emmerich'in 2012 yorumunu sabırsızlıkla bekliyoruz.

The Fourth Kid

13:44 Gönderen dexter_fernando

Pater Sparrow'un 'Limit' İsimli Filmi

21:53 Gönderen dexter_fernando

LIMIT by pater sparrow from endandend on Vimeo.

Pater Sparrow'un 'T?ick' İsimli Filmi

21:52 Gönderen dexter_fernando

T?ICK by pater sparrow from endandend on Vimeo.

Hannıbal Doğuyor

21:14 Gönderen dexter_fernando


İlk olarak Michael Mann ‘in 1986 tarihli “Manhunter”i ile sinemayla haşır neşir olan Hannıbal Lecter, daha sonra 1991-2002 tarihleri arasında Anthony Hopkins suretinde beyazperde de en parlak dönemini yaşamıştı. Bu kez karsimizda, yapımcı Dino De Laurentis’in ısmarlaması üzerine yazılmıs bir romandan yapilmis sinema uyarlaması var. Yani romanın beyazperdeye uyarlanması icin Thomas Harris’ten böyle bir doğuş hikayesi yazmasi istenmiş. Lecter’in doğuşunu karşımıza getiren “Hannibal Rising”, kuskusuz ki sinema tarihinin bu en vahşi seri katilinin nasıl bir çocukluk geçirip, nasil bir ruh haliyle büyüdügünü görmemiz için büyük bir fırsat. "inci Küpeli Kız”dan aşina olduğumuz yönetmen Peter Webber’in, o filmindeki ışık kullanımı ve görselligi fazlasıyla andıran sinematografisi ile büyüleyen film, Lecter’in şaşırtıcı eğilimlerini (samuray felsefesine yakınlığı gibi) karşımıza getirirken, aslında herşeyin bir intikamla başladığını da öğrenmemizi sağlıyor. Ancak ister istemez Hopkins’in Lecter yorumu ve önceki filmlerin etkisi, bunun yanında genc Lecter’in buradaki intikam duygusunun tüm filme yayılıp filmi tek bir kelimeyle özetleyebilecek kadar düz bir yapıya oturtması ister istemez “Hannibal Rising”e bir parça mesafeli bakmamızı sağlıyor. Ayrıca kişisel olarak kanımca olgun Lecter’in ağzindan dökülen o essiz tanımlamalar ve cümleleri burada cok aradım doğrusu. Genç oyuncu Gaspard Ulliel elinden geldiğince genç Lecter’a hayat vermekte basarılı (özellikle sesini iyi kullanıyor. Güzeller güzeli Gong Li bir kez daha büyülüyor, Rhys Ifans ise akıllarda kalıcı bir kötü adam kompozisyonu sunuyor. Kendi başına bakarsak fena bir film değil.Fakat diğer Hannibal filmleri ile kıyasladığımızda ve o filmlerin bir devamı olarak düşündüğümüzde bence çok sönük kalıyor."Kabalık asla affedilmez bir şeydir" mantığıyla hareket eden ve kurbanlarını kaba davranışlı,küstah ve saygısız insanlardan seçen yamyam Dr.Hannibal Lectar'ın Fransa'da tıp okuduğu gençlik yıllarına değişik bir bakış açısı ama kesinlikle sıradan bir intikam hikayesi olarak havada kalıyor. Diğer serilerden hatırlarsınız Lectar son derece entellektüel, kibar, nazik, fazlasıyla zeki,kurnaz, bilgili,kültürlü, bir bakışta insanın içini okuyabilen, yalan söyledi mi hemen anlayan,hem bir cerrah hem de bir psikiyatrist olan Hannibal aynı zamanda bir cani, bir deli ve bir psikopattı. Hannibal Lectar kabalıktan hiç hoşlanmıyor ve acıktığı zaman küstah ve kaba insanları yemeyi tercih ediyordu. Serinin bu son halkasında-ki hikayenin başlangıcı oluyor-genç Lectar'ın intikam ateşiyle yanıp tutuştuğunu görüyoruz. Hannibal aç kalmamak için kardeşini gözleri önünde yiyen savaş suçlularından teker teker acı bir şekilde intikam alıyor. Bütün bunlar olurken izleyici olarak bizler Lectar'a hak bile veriyoruz. Özellikle bu bölümde Hannibal'ın bir seri katil olduğunu bilsekde onu bir cani olarak görmüyoruz ne yazık ki. Hannibal rolüyle karşımıza çıkan Gaspard Ulliel usta oyuncu Anthony Hopkins'den devraldığı bu rölü başaryla canlandırmış doğrusu. Tıpkı Hopkins gibi o da gülüşüyle ,mimikleriyle, ağır aksanıyla neredeyse ondan aşağı kalmamış. Litvanya'da Sovyet yetimhanesinde kalan on altı yaşındaki Hannibal Lecter yetimhanedeki arkadaşlarıyla anlaşamamaktadır. Geceleri kız kardeşiyle ilgili korkunç kâbuslar gören Hannibal sonunda yetimhaneden kaçar ve amcasının yaşadığı Paris'e gider. Hannibal, Lecter Şatosu'na geldiğinde amcasının ölmüş olduğunu keşfeder. Amcasının dul eşi Murasaki Shibuku ona evini açar ve bu gizemli kadın onu, yemek, müzik ve resim hakkında eğitir. Fakat Hannibal bir türlü onu kovalayan geçmişinden ve gördüğü korkunç kâbuslardan kurtulamamaktadır. Tıp eğitimi almaya başlayan Hannibal kâbuslarında gördüğü savaş suçlularını aramaya karar verir. Tek bir amacı vardır. Açlıktan ölmemek için gözleri önünde küçük kız kardeşini yiyen adamlardan intikam almak... Sinemada şiddet, seyirci tarafından iyice kanıksanır hale geldi artık. Cinayetler, kabul edilebilir gerekçeleri olduktan sonra, izleyen üzerinde ille de rahatsızlık yaratmıyorlar. Anlaşılabilir bir gerekçeyle cinayetler işleyen bu adamın öyküsü, bize karşımızdakinin caniliğini unutturuyor. Hannibal Doğuyor, yanlış ata oynuyor. Biz, Doktor Lecter'ı hiçbir zaman "sevmedik"; ondan sadece etkilendik. Açıklaması olmayan ve son derece güçlü bir kötülüğün temsilcisiydi. Şüphesiz karizmatikti ve karizmatik kötü adamlar, sinemada her zaman etkileyici olmuşlardır. Onların öykülerini izlemeyi severiz. Ama onların kendilerini sevmeyiz. Nasıl o hale geldiklerini bilmek isteyebiliriz ama onları anlamak ya da kendince haklı görmek de istemeyiz. Bugüne kadar keyfi cinayetler işlediğini defalarca görmüş olduğumuz bir karakteri, intikam peşindeki bir kurban olarak sunmak, bu seri için yanlış bir adım. Miti yerle bir edebilecek bir adım.